Burada, toz insanı boğar, sıcak insanı boğar…
tuğla ve betondan başka bir şey olmayan bu şehirde
yoksulluk ve yurtsuzluk boğmasa da kimyasallar insanları boğar…
Burada, güneş, bombaların alevlerinden sonra doğar.
Yaralarımdaki sargıları çözdüm,
eski zamanlardan bir zamanda,
yaralıydım ama insanlığın daha fazla kanaması vardı, durmuyordu;
üstelik durumu daha harap ve ölümcüldü,
ona sarmam gerekti.
Çöl sıcaklarından çok, bombalardan insanların boğulduğu bu yerde
en çok biliyorum, vicdanlar acı çekti.
Ya da çekmedi…
Çöl kumuyla yapılmıştır evimiz, çöle kurulmuştur kentimiz,
yine de habublarda değil, fosforlarda boğulduk.
Topraklarında meyveler, çiçekler yetiştirirken değil,
sevdalımızın saçlarını değil,
evlâtlarımızın yanağını okşarken hiç değil,
insanlarımızı enkazlardan çıkarırken yorulduk.
Hep ve her daim de böyle olacak…
Evet, kutsallıkların lânetlenmiş gibi olduğu bu topraklarda
ekinler filizlenmedi yerden,
ölüler ve yarı diriler fışkırdı en çok… ve her zaman…
“Haklı kimdi?.. Haksız kim?..” sorusu lükstü,
barış ve özgürlük ve insan hakları fikirleri absürt şeylerdi,
burada, buğday tanelerini gömer gibi gömdük çocuklarımızı toprağa…
Burada, zeytin ağaçları bile küskündü…
Üstümde, insanlık tarihini öğrettiğim okulun bir duvarı,
boynumdan aşağısı gömülü…
Vakit, cinlerin oyun oynama,
insanların tatlı rüyalar görme vakti
ama
ışıl ışıl aydınlık, yıkık binalarıyla şehir,
ölmüşler dışında herkes uyanık… ben de…
“Önce çocukları çıkarın!” diye bağırıyor sızılı bir ses,
“onlar bizim geleceğimiz!.. umudumuz!..”
“Hayır!.. Hayır!.. La!.. La!..” diye haykırıyor
soğuk mu, metanetli mi bilemediğim bir ses,
“Büyükleri çıkarın önce, savaşacak insan lâzım!”
Oysa herkes biliyordu ki
insanlara sadece insanlık lâzımdı.
Okulumun bir duvarı üstümde, tek parça hâlinde,
boynumdan aşağısı gömülü…
Kimilerinde bir telaş, hırs ve öfke birilerinde,
üzerimde birileri de sessizce gezinmekte…
“İnsanlığı kurtaracak çocukları kurtarın önce!.. Çocukları!..” diye bağırmakta içim
ama sesim çıkmamakta…
Bir de baktım ki, havada toz bulutlarının arasında, gece kelebekleri de uçmakta.
Hilâl’e konmakta bazen biri, biri Haç’a, biri Davut Yıldızı’na…
Baktım onlara, baktım uzun uzun ve kavradım ki
benden olmayan algısı yok onlarda…
Pul kanatlarındaki güzelliği saçmakta dünyaya; barışın, insanlığın adına.
Onları ve olanları bir daha asla görmeyeceğimi bilerek kaparken gözlerimi,
bir kelebek kondu betonumun üstüne…
ve tam o esnada
bir zeytin ağacı büyümeye başladı kalbimin ortasında;
gözlerim kapanırken ve kelebekler tozlar arasında raks ederken…
Birden… sonra…