Röportaj - İlayda Su Güner - Muharrem Uğurlu

"Bana “Mesleğiniz ne?” diye sorsanız, ben “Oyuncuyum.” derim. Oyunculukta da şöyle bir doyuma geliyorsunuz bir yerde: Bir şeyleri de hayal ettiklerinizi de görmek istiyorsunuz. İşte o zaman yönetmenlik dürtüsü geliyor. " Muharrem Uğurlu

Düş Art’ın röportaj serisine hoş geldiniz. İkinci videomuz Muharrem Uğurlu ile olacak. Kendisi yönetmen, oyuncu, aynı zamanda Asmalı Sahne’nin kurucularından biri.

Biz, Düş Art olarak üreten edebiyatçıları ve sanatçıları bir çatı altında toplayıp eserlerimizi dayanışma ruhuyla kitlelere ulaştırmak, aynı zamanda toplum yararına içerikler üretmek isteği ile bir araya geldik. Bu haftaki konuğumuz Muharrem Uğurlu.

Merhaba, ben ikinci konuğum sanırım. Umarım, bundan sonra daha da artar, daha da güzel arkadaşlarımız size hikâyelerini anlatır. İkinci olmak benim için mutluluk vericiydi. Hoş geldiniz Asmalı Sahne’ye.

Bizi misafir ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Sizin sahne sahibi, oyuncu ve yönetmen olduğunuzu biliyoruz. Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mıdır? Muharrem Uğurlu kimdir? 

En zor soru, kendini anlatmak. Aslında bu bahsettiğimiz şeyler, normalde yaptığım iş olarak icra ettiğim şeyler ama Muharrem Uğurlu, seyahat hastası bir insan. Mesela buraya bir balya para, bu tarafa da seyahat biletlerini koysalar biletleri alıp giderim, hiç bakmam. Yeni yerler, yeni insanlar, yeni dünyalar keşfetmeyi çok seviyorum. Belki bu tarafın beni daha iyi beslediğini düşünüyorum. Söylediğiniz unvanların dışında bir gezgin, gezmeyi seven biri olarak da adlandırabilirsiniz.

Aynı zamanda kamu yönetimi okurken hayatınıza tiyatro giriyor. Kariyer değişiminde sizi tetikleyen ne oldu? 

Aslında kariyer değişimi değil, hepsi tercih edilmiş bir şeydi. Ben meslek olarak oyunculuk yapmak istediğimi biliyordum. Ama şunu da biliyordum, salt konservatuar mezunu olmak istemedim hiçbir zaman. Yirmi yaşlarımda da aynı kafadaydım. Çünkü başka bir şey öğrenmek, farklı alanlarda, farklı deneyimler edinmek hoşuma gidiyordu. Bölümümü isteyerek tercih etmiştim çünkü ben hukuk seviyorum, politika seviyorum, okumayı seviyorum. Sadece orada şöyle bir durum oldu; acaba üniversitede tiyatro hayatım devam eder miydi? Yoksa bitirip sonra mı devam ederim? dedim fakat Kütahya benim için büyük bir şans oldu. Benim gittiğimin hemen ertesi sene tiyatro kulübüne başladım. O tiyatro kulübü daha sonra belediye tiyatrosunun kurulmasını sağladı, profesyonel olarak. Ben üniversite ikideyken oyun oynayarak maaş alıyordum. O yüzden bir kariyer değişiminden ziyade bir tercihti benim için. Bugünkü aklım olsa, ben yirmili yaşlarımda asla konservatuar okumam. Çok yanlış anlaşılmasın ama dört senelik bir konservatuar eğitiminin biraz süre kaybı olduğunu düşünüyorum.

O zaman usta-çırak ilişkisi gibi mi görüyorsunuz?

Yok, okul okunmalı ama Türkiye’deki konservatuar süresi fazla. Bir de konservatuara giriş yaşı ekleniyor. Her üniversite öğrencisi bir karakter oluşumuna giriyor ama konservatuar, oyunculuk, sanat başka bir şey. Tamamen bununla yoğrulduğunuz bir yer. On sekiz, on dokuz, yirmi yaşında bu bölümlere girdiğiniz zaman eğer çok hazırlıklı değilseniz biraz kaybolma ihtimaliniz fazla. Daha aklı başında başlanacak bir yaş olmalı. Bana en saçma gelen şey konservatuar için yirmi bir yaş sınırı. Hayır abi! Yirmi üç başlangıç olmalı. O zaman kişi, bu işi yapıp yapmamak istediğinin bilincindedir ve yapmak isterse dibine kadar yapar. Öbür türlü, savrulan meslektaşlarımızı görüyoruz, dağılan insanları görüyoruz. Hayatını idame ettirmekte zorlanıyorlar. Zaten ülke koşulları sanat için çok uygun değil. Bir de üniversiteden mezun olup tam, en ne yapacağını bilemediği yaşlarda. Bir hata var bir yerlerde, umarım bir gün düzeltilir.

Siz aynı zamanda yönetmensiniz. Hem yönetmen hem oyuncu olmak sizi nasıl besledi? “Oyuncuları artık daha iyi anlıyorum”, “Durumlara daha hakimim.” gibi size nasıl katkısı oldu?

Bana 'Mesleğiniz ne?' diye sorsanız, ben “Oyuncuyum.” derim. Oyunculukta da şöyle bir doyuma geliyorsunuz bir yerde: Bir şeyleri de hayal ettiklerinizi de görmek istiyorsunuz. İşte o zaman yönetmenlik dürtüsü geliyor. Ben tabii çok erken yaşta sanat yönetmeni oldum. “Türkiye’nin en genç sanat yönetmeni benim.” diyebilirim mesela. Yirmi bir yaşındayken Kütahya Belediye Tiyatrosu’nun genel sanat yönetmeniydim. Yirmi kişilik bir kadronun tüm maaşlarını ödeyen insandım. En başından beri böyle bir şey yapmak çok zordu. Yönetmenlikte şey gibi bir durum var. Sen hep hayal ettiğini gösteriyorsun. Bir de görmek istediğin zaman, işte o zaman yönetmenlik aşkı devreye giriyor. Yönetmenlik serüvenim de öyle başladı bu hikâyede. Soruya tam cevap verdim mi, bilmiyorum.

Bence çok keyifli bir cevap oldu. İngilizcede “director” bir şeyler var ve sen bir şeyleri yönetiyorsun. Fransızcada “réalisateur” sen bir şeyleri sıfırdan yaratıyorsun, gerçekleştiriyorsun.

Mana olarak da farklılaşıyor. Realize benim bildiğim daha çok resimde kullanılıyor. O tarafı da seviyorum. Yönetme tarafını da yönettiğin şeyin kitlelere ulaştığını da gördükçe daha keyif veriyor.

Biraz Quasimodo’dan bahsetmek istiyorum. Çok bedensel bir performans. Bunu tek kişilik oyun yapmak özel bir karar. Üstelik Victor Hugo’nun eserini seçmek de iddialı bir karar.

O ilginç bir hikâye oldu benim için. Quasimodo kariyerimin ilk tek kişilik oyundur çünkü ben de tek kişilik oyunun beni sıkacağına inandım. Seyrederken sıkar, oynarken sıkar, okurken sıkar. Bu zamana kadar da “Beni sıkıyorsa seyirciyi de sıkabilir.” diye düşündüm. Bir şey yapacaksan başka bir şeyler de denemelisin, diye yirmi sene yapmadım. Sonra, ben Victor Hugo’yu çok seviyorum. Romanı birkaç defa daha okudum. Sonra şöyle bir literatüre baktım; Notre Dame’ın Kamburu hikayesi müzikal olarak yapılmış, film olarak yapılmış, tiyatro olarak yapılmış. Yapılmış bir sürü varyasyonu var. Hep aşk hikâyesi anlatıyor, bilirsiniz romanı. Quasimodo, edebiyat tarihinin yazılmış en çirkin ve kusurlu karakteri, görünüş olarak, tipoloji olarak. Sonra durduk, “Bir aşk hikâyesi yaratmaktansa acaba bir ilki başarıp Quasimodo kusurluluğu üstünden kendi kusurlarımızı kapatmak için nelerden vazgeçiyoruz sorgulamasını yapabilir miyiz?” diye bu fikri geldi. Sonra yazar arkadaşlarla konuştuk, onlar da bunun üzerine gidebileceğimizi söylediler ve biz oyunun başında “hepiniz bilirsiniz Victor Hugo’dan ama bu hikâye başka.” dedik. Biz aslında orada Quasimodo’nun hikayesini anlatmıyoruz, Quasimodo üzerinden kendi hikayemizi anlatıyoruz. Kusursuzluğun peşinde koşarken nelerden vazgeçtiğimiz üzerine sorgulama… Dünyada ilk defa Quasimodo tek kişilik yapıldı. Tabii tek kişilik deyince insanlar yanlış anlamasın, geliyorum ve ben sadece anlatıyorum değil. Orada üç tane yarım maske var ve o maskeleri taktıkça karakterlerin birbiriyle konuştuğu, interaktif bölümünün de olduğu, tiyatronun bütün biçimlerinin; grotesk, epik, Brecht, meddah, Karagöz Hacivat… bütün unsurlarını bir arada sunduğumuz bir tek kişilik, bir saatlik gösteri, performans. 

Türk yazarlardan kimi takip ediyorsunuz?

Benim şu anda çalıştığım yazar arkadaşlar çok iyiler. Elçin Gürler var, Quasimodo’nun yazarı İbrahim Yusuf Yavuz var, ortağım Petek Kırboğa’nın yazarlık serüveni çok iyi gidiyor. O da Hale Asaf’ı yazdı, ben yönettim. Biz Asmalı Sahne olarak genelde Türk yazarlarla çalışıyoruz. Daha çok Türk kadın yazarlarla çalışmaya çalışıyoruz çünkü insanlar oyunlarını yazıyorlar, sergileyecek platform bulamıyorlar. Biz onları biraz daha ön plana almaya çalışıyoruz. 

Farklı tiyatro topluluklarına destek oluyor musunuz? Tiyatro kooperatiflerinden sahne arayan insanlar nasıl ulaşabilirler size veya diğer sahnelere nasıl ulaşabilirler?

En büyük derdimiz, İstanbul’da sahne sayısının çok olmaması. Beyoğlu’ndayız şu an, Beyoğlu’nun çok güzel bir bölgesindeyiz. Burada daha az sahne var. Biz Asmalı Sahne olarak gerek fiyatlandırmamız gerek yaklaşım tarzımız olarak özel tiyatrolara desteğimiz sonuna kadar devam ediyor.  Buna karşın biz dışarıdan bir yerden destek görüyor muyuz? Maalesef görmüyoruz. Ama sonuçta biz sahne sahibi olarak gelmedik buraya. Biz de gezici tiyatro yaptık, sahne aradığımız zamanlar oldu, sahneye çıkamadığımız zamanlar oldu. Derler ya, “Attan düşenin halinden attan düşen anlar.” anladığımız için mümkün olduğunca yaklaşım tarzı olarak özel tiyatroları destekleyen taraftayız ve kapımız profesyonel tüm özel tiyatrolara açıktır. Bize bir telefonla, mail ile ulaşıp bizden gün alıp burada oyunlarını sergileyebilirler.

Pandemiyle beraber özel tiyatrolar çok zor bir dönem geçirdi. Bundan sonra nasıl önlemler alındı, alınabildi mi? Aşama kaydedildi mi? Başımıza yine öyle bir şey gelirse bir planımız var mı?

Hiçbir planımız yok. Yine öyle bir şey gelirse yine aynı duruma düşeceğiz. O iki yıllık süre zarfında Asmalı Sahne kapalı kaldı. Tabii ki bir şekilde ürettiğimiz şeyler daha dijital olmak koşuluyla bir gelir kaynağı yaratmaya çalıştık. Ama tiyatronun şöyle bir dünyası yok, tiyatroyu canlı seyretmediğiniz sürece izlediğiniz şey tiyatro olmuyor. O yüzden de kapalı kaldığımız sürece bizim yapabileceğimiz bir şey kalmıyor artık. Ancak televizyonda seyredeceğimiz dijital işler yapabiliriz ama o yapılıyor. Tiyatro, insanın olmadığı, karşılıklı seyirci ve oyuncunun bir arada olmadığı hiçbir yerde yok. O yüzden bir pandemi daha gelirse yine tiyatro yok.

O zaman biraz güzelliklerden bahsedelim. Kadın Yüzler Festivali’nden bahsedebilir misiniz bize. Amacı nedir, bizi ne bekliyor ileride?

Kadın Yüzler Festivali, bizim aslında çok uzun süredir hayallerimizden biriydi. Ben özellikle pandemi sonrası salt tiyatro yapmaktan ziyade ortağım da öyle, Petek de ben de otomatik olarak Asmalı Sahne’nin bir misyonu bu; alan açmak. Yazara alan açmak, oyuncuya alan açmak, ressama alan açmak, müzisyene alan açmak… Böyle bir misyonumuz var bizim. Beyoğlu’nda da bu tür yapılan festivaller var. Uzun yıllardır yapılan, çok büyük desteklerle yapılıyor, bir hafta falan sürüyor. Hiçbir özel tiyatronun böyle bir manyaklığın içine girmesi beklenemezdi tabii. Cumhuriyetin yüzüncü yılında bu hikâyeyi başlattık biz burada: Cumhuriyetin Yüzüncü Yılında Genç Kadın Yüzler Festivali. Amacımız kadın hikâyeleri, kadın yazarlar, ağırlıklı kadın oyunculardı. Tiyatro tarafıydı aslında. Birinci sene tiyatro olarak gitti, on dört gün sürdü, on dört farklı oyun oynandı. Bir tane şehir dışı oyunu alabildik. Bir özel tiyatro olarak bunun altından kalkabilmek bizim için anlamlıydı. İkinci sene ise, bir şeyin birincisini yaptığınızda ikincisinde artık ne yapmamanız gerektiğini biliyorsunuz. İkincisinde de daha fazla farklılaşalım dedik, partnerlerimizi artıralım dedik. Büyükşehir Belediyesi’nin desteği oldu, Beyoğlu Belediyesi’nin de desteği oldu. Bir de ilk defa resim sergisiyle açılış yaptık. O anlamlıydı. Yani salt tiyatro festivali değildi.

Sanata kümülatif yaklaşıyorsunuz biraz.

Evet. Kümülatif bir yaklaşımla yaklaşıyoruz. Kadın ressamımızın da çok güzel çizimleri var ki şu da ona ait, bana hediyesi. İlk sergisiydi ve şu anda ben takip ediyorum mesela inanılmaz tablolar satıyor. Bizim için çok anlamlı, çok değerli.

Birlikte büyüyoruz aslında, dayanışarak.

Evet. İkincisinde de yurt dışından, İran’dan bir tek oyun getirdik. Şehir dışından da üç oyun getirmiştik. Geldik festivalin üçüncüsüne. Üçüncüsünün çalışması, Haziran’da bizim festivalimiz, Ağustos’ta başladı. Altı aydır aslında üçüncüsünün nasıl olacağını buradan anlayın. Normalde festivale üç ay kala çalışırdık. Şimdi sene başından başladık. Ne bekliyor bizi? Resim girdi, tiyatro zaten vardı. Sokak dans performansı… Flashmod’lar… İstiklal Caddesi’nin herhangi bir yerinde bir anda bir şeyle karşılaşabilirsiniz. Hayalimiz o anlamda çok büyük. Dört ülkeden dört kadın oyunu, şehir dışından iki farklı şehirden kadın oyunu ve Türkiye’den üç tane performans. Dans, tiyatro, resim, müzik… Bunların hepsiyle beraber gerçekten bir performans festivali oluyor. Tiyatro Festivali olarak başladı, Kadın Yüzler Tiyatro Festivali’ydi. Şimdi kadın yüzlere dair her performans burada olabilir.

Bu kadar butik bir yapının genişlemesi ve sanata yer açması, kadınlara yer açması çok önemli.

Bizim sadece mekânımız butik ama bakış açımız, vizyonumuz hep büyük oldu. Mekânımız olmasa bile alan açma konusunda bir manyağız. Nerede bir alan açılabiliyorsa biz elimizi taşımızın altına koymaya devam edeceğiz. 

Sanırım, İngiltere’de de kurucu ortağınız çalışmalar yapıyor. Burayla bağlantılı mı?

Evet. Üçüncü yılına giriyor, Asmalı Sahne Londra diye bir girişimimiz var. Ortağım Petek orada. Orada da iki oyun yapıldı. Bir tanesi Gayrı Resmi Hürrem, iki kadının oynadığı, Özen Yula’nın yazarı olduğu. Bir de Pinokyo yaptılar, yine iki kadın oynuyorlar. O da performatif bir şey. Ve buradaki oyunlarımızı oraya, oradaki hikayeleri de buraya getirmek istiyoruz. Ki ben bu sene kısmetse Quasimodo ile Avrupa turnesi yapıp bu kapsamda İngiltere’de de oynayacağız. Buradan da Petek’e selamlar…

Biraz tempoyu artırıyoruz. Hızlı hızlı soruyoruz. Bu mesleğe başlarken sizi etkileyen kimler var size ilham olan ve şu an kimlerden ilham alıyorsunuz?

Ben alaylılığı ilham olarak kendime hep sebep olarak gördüm. Alaylı olarak çalıştığım hocalarım, alaylı olarak çalıştığım sahnedeki rol arkadaşlarım hep ilham olmuştur. Hep aşkla çalıştılar. Hiçbir şeyden erinmediler. Galiba usta-çırak dediğimiz o alaylı yetişmenin böyle bir faydası var yani çalıştın mı istekli çalışıyorsun. Onların o isteği hep beni hep şevklendirdi. Ben hep onlardan etkilendim, ben meslektaşımdan etkilendim. Onunla o ortamda yaptığımız muhabbetten etkilendim. Ben hem gündüz okula gidip derse giriyordum. Oradan öğlen çıkıp üçte provaya giriyordum. Sabah çorba içiyorduk beş buçukta. Dokuz-on bir derse giriyorduk. Bu başka bir şey olmalı. Kimden ilham aldığınız değil. “Al Pacino’dan ilham alıyorum.” Al Pacino benim on iki saatim için Al Pacino değil. Yanımdaki arkadaşım Mehmet bana ilham veriyor, Gamze ilham veriyor. Böyle böyle ben bu noktaya geldim. Hep söylüyorum, iyi ki Kütahya’da başka bir bölüm okumuşum. Burada tabii ki masterımı yaptım, diplomamı aldım. Bir sorun yok orada ama alaylı yetişmek, benim için oradaki arkadaşlarım çok değerliydi. İlham kaynağım, o sahnede birlikte dekor taşıdığım dostlarım, arkadaşlarımdı.

Çünkü kendinize alan açabilmek için daha fedakâr olmanız gerekiyor.

Sadece kendini düşünmemen gerekiyor.

Son zamanlarda neler izliyorsunuz, neler okuyorsunuz.

Neler izliyorsunuz? İnanmayacaksınız, film olarak çok fazla bir şey seyretmiyorum fakat kamu yönetiminin getirdiği bir durum olsa gerek; Fatih Altaylı’yı her sabah, eğer sabah izleyemiyorsam akşam izliyorum. Cüneyt Özdemir, Nevşin Mengü… Salt sanatla kalmak da bir yerde boğuyor. Ben bu tarafta da beslenmek istiyorum. Durup dururken Mert Başaran açıyorum; borsa nedir, hisse senedi nedir? Böyle enteresan videolar açıyorum, siz benim YouTube akışımı görseniz, çorba gibi ama çok güzel bir çorba. Hep merak ettiğim bir şeyi öğrenmeye yönelik. En son neyi merak etmiştim, Elon Musk’ın hikayesini merak etmişim. Eskiden uzaya roket fırlatıldığında o imha oluyordu. Kaç milyar dolarsa maliyeti o imha oluyordu. Şimdi bu adam bunu çözmüş, uzaya roket fırlatıyor, roketi geri yeryüzüne indiriyor falan… Yani, sanatsal bir içerik olarak şu filmi izliyorum diyemem. 

Sizin için sanatta tüm zamanların en iyileri neler?

Bir kere Victor Hugo’nun Sefiller, arkasından Notre-Dame Paris, bunlar efsane kitaplarıdır.

Adaleti de gösteriyor. Okuduğunuz zaman oradaki en adil olanların, en ikiyüzlü olmayanların Esmeralda ve Quasimodo olduğunu görüyorsunuz. Bir adam ölmesin diye tanımadığı bir adamla evleniyor, Esmeralda’yı oradan kurtarıyor… 

Aslında rahip ile din kesimini eleştirirken, yüzbaşı ile olan muhabbetinde otokrasiyi ya da neyse onun adı, eleştiriyor olması… en saf tarafta bizim Quasimodo var da Esmeralda’nın da okuduğum zaman, bunda bir şey var, benim ısınamadığım bir şey var, dedim. O gençliğin verdiği ateş ve güzel olanın peşinde koşma ama diğer taraftan vicdanen de Quasimodo’ya manevi olarak yakınlığı var. Zaten benim oyunda da göreceksiniz Quasimodo, onun o manevi yaklaşımını aşk olarak adlediyor ve kendini ona beğendirmeye çalışıyor, felsefe olarak da… 

Film olarak da geçen yine izledim; Yeşil Yol, Esaretin Bedeli, John Wick de son dönemde güzeldi. O tarz filmleri de seviyorum. Bu kült filmler boşuna kült film değil. Bir de Çağan Irmak’ın filmlerini seviyorum. 

Onda ne seviyorum bilmiyorum ama çok güzel. Belki Yeşilçam hayranlığımdan, aşkımdan olabilir. Ben Nuri Bilge Ceylan filmlerini seyretmezdim. Önyargılar var ya; çok uzun, hep yürüyorlar falan… Geçen yaz babamla beraber, son filmi Kuru Otlar Üstünde’yi izledik. Babam benim işçi emeklisi. Açtık filmi, film üç saat. Başladık seyretmeye, akıyor ve dikkat ettim babam da seyrediyor. Babam da sıkılmadan seyrediyor. O genelde aksiyon seyreder, ben de seyrediyorum. O seni böyle bir noktaya getiriyor getiriyor tansiyonu yükseltiyor sonra bir daha bırakıyor. İlginç bir taktiği var onun. Film bitti. Biz babamla film konuşmaya başladık ilk defa. Sonra dedim ki, Nuri Bilge Ceylan galiba boşuna Nuri Bilge Ceylan değil. Ben şimdi master yapmış, hayatım entelektüel insanlar arasında geçmiş, yüzlerce kitap okumuş biri olarak işçi babamla bir filmi konuşuyorsam bu Nuri Bilge Ceylan’ın büyük başarısı. O yüzden de önyargım değişti.

Nuri Bilge Ceylan demişken, oyuncu yönetiminden bahsedelim. Siz bir ara eğitmendiniz. Işığı olan bir öğrenciyi nereden tanırsınız? Sizi izleyenler arasında bence oyuncu olmak isteyenler vardır. 

Işığı olan insan ne biliyor musun, konservatuarlara buradan ayıp etmek istemiyorum ama başka bölümler okuduğu halde çok kaliteli öğrencilerim oldu. Onların sana yaklaşımından, verdiğin ödeve yaklaşımından ışığını görüyorsun. Ben hep şunu diyorum; bu işin yetenek evet bir yerinde var, yetenekli olmak lazım tamam da, bir de istekli olmak lazım. Çalışmayı geçtim, yaptığı şeyden, okuduğu cümleden keyif alması lazım. Almıyorsa istediği kadar okul bitirsin hiçbir anlamı yok. Ama okuduğu şeyi öğrenme azmiyle okuduğunda doğru yolda, diyorum ve yanlış anlaşılmasın, sınıfla tanıştığım zaman kimin ne yapacağını az-çok anlıyorum. Üniversiteden beri eğitim veriyorum. Üniversite tiyatrosunda da eğitim verdim, bugün kırk yaşındayım hala eğitim verdiğim yerler var. Yediden yetmişe eğitim veriyorum. Çocuklara da eğitim verdim, altmış yaşında öğrencim de oldu. O yüzden sınıfla tanıştığımda az-çok kimin ne yapabileceğini biliyorum.

Peki tavsiyeleriniz nelerdir onlara?

Okumaya, çalışmaya ve seyretmeye ek olarak farkına varmayı öğrensinler. Ben baktığım bir şeye yanımdaki gibi bakmamalıyım bir oyuncu adayı olarak. Okuduğum bir şeyi yanımdakiyle aynı algıda okumamalıyım. Mizahçıların bir sözü var, “Sen dümdüz anlarsın ama ben onun içindeki mizahı bulurum”. Bizde de öyle, sen bu cümleyi veya paragrafı okumuş olmak için okursun ama ben de onu canlandırırım. Ya da burada farklı ne var, neyin farkında olmalıyım, farkındalığımı nasıl artırabilirim, diye düşünmesi lazım. Salt okumak yetmez. İstediğin kadar oku, bomboş oku veya bütün günü film seyrederek geçir, her gün tiyatroya git. Çok iyi eleştirmen olabilirsin en fazla, başka bir şey olmaz. 

Bu her sanatçının üretimi için geçerli olan bir şey gibi. Bir roman yazıyorsam, insanları etkilemem için gerçekçi olmam lazım. Karakteri kurmak, örneğin bir psikoloğu yazıyorsam o meslek, o insanın gününün nasıl geçtiği hakkında bilgi sahibi olmam lazım.

Evet, bir de roman falan yazıyorsan her şeyi bilmen lazım. Senin doktoru da bilmen lazım. Aslında yönetmenlik de oyunculuk da öyle. Ben o yüzden diyorum başka alanlardan beslenmesi gerekiyor, sadece konservatuar yetmez. Tıp terimlerine hâkim olmalıyım diye düşünürüm, inşaat terimlerine hâkim olmalıyım diye düşünürüm. 

Oyunu yazarken veya oynarken metinde reaksiyon alacak yerleri anlamak zor oluyor mu? 

O en çok komedi oyunlarında geçerli; doğru timing diye bir şey var. Bir oyun yazarken, bence romanda da öyledir; bir matematiği var bu işin. Çok iyi matematiği var. Kaçıncı dakika veya sayfada neyi vermen gerektiğini yazmış adamlar. Ben Robert McKee’nin hikâye kitabını okudum, Lajos Egri’nin “Senaryo Yazım Teknikleri” kitabını okuyup bitirip ki bunların biri 350 – 400 sayfa, bir tane müzikal yazdım. Niye? Çünkü onu özümseyerek, o yol haritasıyla. Adam diyor ki, “Şimdi oyuna bir mentör girmeli.” Mentör ne yapacak? diyor ki “Mentör karakterin değişimini sağlarken seyirci de onunla beraber değişecek.” Sen hoop bir karakter yazıyorsun, mentörü sokuyorsun falan. Bu teknikler yapıldı, yazıldı. Dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yok. Her şey iyi bir matematik, doğru bir matematik.

Çok teşekkür ederiz, eklemek istediğiniz başka bir şey var mıdır? 

Düş Art iyi bir yolculuğa çıktı. Şimdi artık bu serüvenler de başladı, yarın bir gün Düş Art Tv’yi görmek de isteriz açıkçası, orada bir platform olsun. Yolunuz açık olsun. Ayağınıza sağlık, çok keyifliydi.

Bize vakit ayırdığınız içi çok teşekkür eder, ekibimizden Şeyma İzler’e röportaja olan katkısından dolayı teşekkür ederiz.