Röportaj - Hakan Bıçakcı - İlayda Su Güner

Biz, Düş Art olarak üreten edebiyatçıları ve sanatçıları bir çatı altında toplayıp eserlerimizi dayanışma ruhuyla kitlelere ulaştırmak, aynı zamanda toplum yararına içerikler üretmek isteği ile bir araya geldik.

Öncelikle, bilinenler dışında Hakan Bıçakcı kimdir? Mesela, her gün yazar mı veya yazma ve okuma rutinleri dışında neler yapar?

Rutinler, bir yazar için çok önemli. Nasıl bir rutine sahip olacağı yazardan yazara değişir tabii. Bir insana “Senin şöyle bir rutinin olmalı” demek yanlış olur. Kimisi gece çalışır, kimisi gündüz insanıdır, kimi ara vererek çalışır, kimi kaptırıp gider. Ancak yazmaya devam ediyorsan bir noktada rutinlerin oluşmaya başlıyor ve onlara tutunuyorsun.

Benim rutinlerim dönemden döneme değişiyor.Değişmeyen ise bir rutinimin olması. Yazmaya devam etmemi sağlayanın bu olduğunu söyleyebilirim. Benim için asıl önemli olan fikrin zihnimde oluşması, fiziksel olarak yazma işimin küçük bir kısmı. Bir hikâye, roman fikri kafama düştüğü an zihnimde bir dosya açılıyor ve zamanla doluyor ve izlediğim filmlerden, okuduğum kitaplardan, sokakta duyduğum konuşmalardan, sosyal medyada gördüklerimden süzülenler bu dosyada toplanıyor. Hepsini kullanmasam da. İlhamdan ziyade bu algıda seçiciliğe inanıyorum. Asıl rutin, algıyı bu anlamda açık tutmak.

Yazarlığın yanı sıra reklamcısınız. Benim de en sevdiğim ex-kreatif direktörümsünüz. Dünyada’da goodvertising1 epey revaçta. “Marka bunu onaylamaz.” deyip sizin kitabınıza ilham olan bir şey var mı?

Reklamdaki mantık çok farklı. Yazmak ikisi için de ortak eylem olduğu için bazen yakın gibi geliyor ama reklam, sipariş üzerine yazılan bir şey. Markanın isteyip istememesi, istediği şeyi yazmak üzerine kurulu. O kısıtlanmışlığı da seviyorum. Yaratıcılığı çok besleyen bir şey. Bir beklentiyi, bazen çok tuhaf bir beklentiyi karşılamak zorunluluğu. Normalde yazmayacağın bir şeyi yazma egzersizi olarak düşünmek yaratıcılığı tetikleyen bir durum. Bunun getirdiği zorluklar ve rahatlıklar var. Rahatlıksa aslında kendin için değil, başkası ve onun onayı için yazmak. Onay alınca iş tamamlanıyor.

 1 “Goodvertising” terimi, “good” (iyi) ve “reklamcılık” (advertising) kelimelerinin birleşiminden oluşur. Şirketlerin olumlu bir mesaj içeren veya iyi bir amacı teşvik eden reklamlarını isimlendirmek için kullanılan bir ifadedir. (Goodvertisig Nedir?, Marketing Türkiye, 2023)

İsminizi bir reklam filminin künyesinde gördüğümüzde “Aslında bu Hakan Bıçakcı’nın gönlünden geçen değil, markanın gönlünden geçen.” diyoruz. Kişiyi özgürleştiren bir şey aslında.

Evet, bunu herkes biliyor. Gofret reklamı yazan birinin aslında o gofreti o kadar da lezzetli bulmuyor olmasına kimse şaşırmaz. Edebiyattaysa farklı bir alana giriyorsun, kendinle baş başasın. Birinin sipariş ettiği bir şey değil. En başta sadece kendin istediğin için kimsenin senden beklemediği bir şey yazıyorsun, sipariş üzerine çalışmıyorsun. Kulağa kolay gibi geliyor, birinde gönlünden geçeni yazarken öbüründe bir sürü sınırlama var. Bununla birlikte bazı sınırlar, beklentiler senin yolunu çiziyor. 

Kendin için yazdığında uzay boşluğundasın ve yazmanın doğası emin olamamak üzerine kurulu. Her adımda “Acaba saçmalıyor muyum? Yanlış bir yere mi gidiyorum?” gibi sorular soruyorsun kendine. Reklam yazarlığındaki sorgulamanın çok daha büyük ölçeklisini, kendinle baş başa olmanın getirdiği bir zorlukla soruyorsun. Bu nedenle kendin için yazmak konforlu gibi görünse de zorlukları daha fazla bence.

Soruna gelirsek; reklamda kullanamadığım ve edebiyatta kullandığım bir şey olmadı sanırım. Buna karşın, iş hayatında başıma gelen absürt durumları farklı filtrelerden geçirerek kitaplarda kullandığım çok oldu. 

Sinema eleştirmenleri, reklam filmi yönetmenlerinin çektiği bazı filmlerde “reklam estetiği” olduğunu savunuyor. Sizin bu konudaki gözlemleriniz nedir? Sanat yönü ağır basan üreticilerin işlerinde reklamın izlerini ne kadar görüyoruz sizce?

Bu konularda bu derece keskin sınırlar çekmek çok yanlış oluyor aslında. Bazen reklam estetiği de uygulanabilir sinemada, üretime farklı bir boyut katabilir. Bir reklam yönetmeninin nasıl bir başyapıta imza attığını en son Jonathan Glazer 2’la gördük. 

Reklam yönetmenlerinin çok pratik yapma şansı oluyor bir de…

Evet. Bu tip ayrımlar çocuksu ve basite indirgemeci geliyor açıkçası. Çok kişisel süreçler bunlar, yönetmen-hikâye ilişkisini filmi izlediğinde görüyorsun aslında.

Üretimlerinizde kaygı önemli bir tema. Bununla birlikte karakterler kaygıyla hep iç dünyalarında mücadele ediyor. Okuduğum kadarıyla terapiye giden bir karakteriniz yok. Katıldığınız programlarda, film etkinliklerinde sakin mizaçlı olduğunuzu gözlemliyoruz. Sizin kaygıyla mücadeleniz nasıl? Siz de sorunları iç dünyanızda mı çözüyorsunuz yoksa böyle eserler yazmak için kaygıyla baş etme yöntemlerini iyi bilmek mi gerekiyor? 

Karakterlerim kadar kaygılı, kaybolmuş, boşlukta değilim. Öyle olsaydım zaten o kitapları yazamazdım. Aksi taktirde birlikte bir boşluğa doğru sürüklenirdik. Şehirde yaşayan günümüz insanının boşlukta kaybolan, kendini bir vitrine koyup sergilemeye çalışan ve kendine yabancılaşan hallerini anlatmaya çalışıyorum.

Burada aslında benim hislerimden ziyade geride durup yaşadığım hayata bakmanın, okuduğum sosyoloji kitaplarının da çok etkisi var. Kaygı çok merkezde fakat ben kaygılı biri olduğum için böyle değil, hepimizi yönetenin kaygı olduğunu düşünüyor, bunu irdelemeye çalışıyorum.

Terapiye giden karakter yok evet, çok doğru tespit :) Çözümü mutlu sona giden bir şey peşinde değilim. Daha ziyade çözümsüzlüğe giden, trajediye doğru giden hikayeleri seviyorum.

Bazı romanlarda kendimizi karakterlerle özdeşleştiriyor, bazen onları bağrımıza basmak istiyoruz. Sizin karakterlerinizleyse aramızda hep bir mesafe var. Akşamüstü arada buluşup bir şeyler içebileceğimiz ama çok yakın olmayacağımız karakterler gibiler. Bu “tekinsiz anlatıcı”nın gerektirdiği bir durum mudur, tercih midir yoksa size içkin bir şey midir okuyucu-karakter-yazar üçgeninde mesafeli olmak?

Kesinlikle bilinçli bir karar. İlk zamanlarda bilinçli bir tercih değildi, içgüdüsel olarak yaptığım bir şeydi. Sonra yavaş yavaş ne yapmaya çalıştığımı kendim de yolda fark ettim. Özdeşlik duygusu yaşatan karakterler değil benim karakterlerim. Söylediğin bağrına basma hissi, kendini onun yerine koyup onun mutluluklarıyla neşelenmek, onun acılarıyla kederlenmek değil yaratmak istediğim duygu. Bu dramatik yapı bana kolaycı geliyor. Ben bunu bozup daha Brechtyen, yadırgatmacı, karakterin mutluluğuyla okuyucunun mutsuz olduğu ya da mutsuzluğunda mutlu olduğu tuhaf yapılar kurmayı seviyorum.

Duygu çeşitliliği yaratıp “Karakter niye böyle şeyler yapıyor?” dedirtip sonra okuyucunun kendi hayatına dönüp baktırmayı istiyorum. Okuyucu-karakter ilişkisinde el ele hız trenine bindirmeyi değil, bir karakterin ameliyatını izletmeyi daha çarpıcı buluyorum. Okur ve izleyici olarak da bu tarz üretimleri ilgi çekici buluyorum. 

Sadece merak ettiklerimi soruyor, EN’lerinize geçiyorum:

Katılacağınız etkinliklerin duyurularında The Strokes tişörtlü fotoğrafınızı görüyoruz. 

En sevdiğiniz

Müzisyen/grup: The Smiths

Film: Mulholland Çıkmazı

David Lynch

Yazarlar ve kitaplar: Kafka - Dava 

 2Zone Of Interest, 2023

Türk klasikleri arasından ve güncel yazarlarımızın kitaplarından birkaç tavsiye söyleyebilir misiniz?

Türkiye'den çok örnek var. Ayfer Tunç’u çok seviyorum. Özellikle Osman romanını tavsiye ederim. Ek olarak Sait Faik'in bütün öykülerini diyeyim. 

Son zamanlarda okuduğunuz kitaplar arasında en beğendiğiniz hangisi oldu? E-kitaplar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Son zamanlarda Sessizlik Tarihinden Günler 4’i okudum. Kuzey Avrupalı bir kadın yazar; incecik çok mesafeli, soğuk bir anlatımla, hiç duygu sömürüsüne girmeden, duyguları kanırtmadan çok acı bir olayı anlatıyor. Beni çok etkiledi. 

E-kitaplar ve sesli kitaplar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben içeriğe önem veriyorum. Ne okuduğun, okuduğundan ne anladığın ve ne aldığın önemli. E-kitap tartışmalarında da hep bunu savunuyorum. Kitap kokusu, sayfaya dokunmak gibi takıntılarım yok. Kimisi bir ekrana bakarak, kimisi sayfalardan okur. Mühim olan okuduğundan ne aldığın. 

Sesli kitapsa bambaşka bir şey, okumakla dinlemek çok farklı. Birbirinin yerini alacak şeyler değil. Dinlemek, okumanın yerini alamaz ama elbette okuyamadığın durumlarda, sokaklarda, yollarda yemek yaparken dinlemek çok iyi bir alternatif. Ben de çok dinliyorum. Özellikle daha önce okumuş olduğum kitapları tekrar dinlemeyi çok seviyorum. Bilmediğim bir kitabı pek dinlemiyorum. 

Bunu Defne Suman da söylemişti  Pandora’nın Merakı 5 programında.

Halihazırda yıllar önce okuduğum, hatırlamadığım kitapları okuyorum, o iyi oluyor. Dediğim gibi kimin okumaktan nasıl beslendiği hiç önemli değil. İnsanlara bu tip konularda “Doğrusu budur.” demek yanlış bence. 

Bir kitabın filme uyarlanmasını isteseniz, bu hangi kitap olurdu? Hangi edebi eserin kumaşının filme uygun olduğunu düşünüyorsunuz?

Okurken film gibi hayal ettiğimiz kitaplar oluyor. Sevdiğim birçok kitap halihazırda uyarlandı. Burada yine Ayfer Tunç-Osman 3 diyebilirim. Romanı okurken “Yurttaş Kane 6 gibi büyük bir filme dönüşebilir.” diye hissetmiştim, yine onu anayım.

 Edebi değeri yüksek olmayan eserlerden, filmlerden de bir şey öğrenmek mümkün mü sizce? 

Kesinlikle, özellikle yazar adayları için en klişe tavsiye “Çok okuyun, çok izleyin”dir. Sadece büyük eserleri, ödüllü filmleri değil, tırnak içinde “ucuz, uyduruk” kitapları da okuyun, filmleri de izleyin. Muhakkak oralardan da bir şey öğrenebilirsiniz. Pek beğenmediğim bir filmin karakterinin mesleği ya da bazen konusu ilham verici olabilir. “Bu konu böyle işlenebilirdi, şu şekilde çok daha iyi olabilirdi.” şeklinde yorum yapılabilir, bunlar da ilham vericidir. Sadece başyapıtları okuyunca insan pasifize oluyor. 

Son sorum; Edebiyatla uğraşmak, yazar olmak isteyenlere çok okumak dışında neler önermek istersiniz? Kurgu ile ilgilenenlerin araştırma süreçleriniz nasıl ilerliyor?

Okumak dışında izlemeyi de çok öneririm çünkü hikayeler ortak. Bir hikâyeyi film diliyle anlatmakla, edebiyat diliyle anlatmak çok farklı. Bununla birlikte zihni açma konusunda ortaklar. Ek olarak, izlemek dışında. Kurgu dışı kitaplar okumayı da tavsiye ederim.

Araştırma sürecine gelince, bende gitgide azaldığını söyleyebilirim. Rüya Günlüğü 7’nde rüya teorisi üzerine Türkçe, İngilizce ne bulduysam okudum. 

Boş Zaman 8’da zaman kuramı üzerine ne bulduysam araştırdım. Kurgu-dışı araştırmalarım gitgide biraz daha azaldı, kendime bu kadar yüklenmemeye başladım. Yan okumalar çok faydalı oluyor ama onlara da çok kaptırmamak lazım. “Okuyayım, biraz da kendi hayalimde tamamlayayım” diyorum yan okumalarla. Okuduklarını edebiyata tercüme etmeye çalışılırsa didaktik ve sentetik bir metnin ortaya çıkar.  Onları özümseyip: “Benim karakterim nasıl yaşar?” diye sıfırdan hayal etmenin edebiyat açısından daha doğru olduğunu düşünüyorum.

 

Bizi kabul edip sorularımıza içtenlikle cevap verdiğiniz için size çok teşekkür ediyoruz. Üretimleriniz, okuyucunuz bol olsun…

 

Ayfer Tunç, Can Yayınları, 2020

4 Merethe Lindstrøm, Çeviri: Şirin Etik, İletişim Yayınları, 2022

5 https://youtu.be/EgcyC4vTmok?si=z3VuWBsyc9-O3Idr 

6 Orson Welles, 1941

7 İletişim Yayınlar, 2011

8 İletişim Yayınlar, 2011

549 14