Şeyma İzler: Cem Bey, öncelikle bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz…
Cem Erdost İleri: Bey olmaz ya… Bey olmasın ya. Hiç beylik bir şey yok. Bu ortamı da bozan bir şey.
Gülerek,
Bunu da koyun ama bey olmasın. Cem Erdost diyebilirsin, en azından sonuna bir şey bağlamış olursun, sen de rahat edersin.
Şeyma İzler: Biz, Düş Art olarak sanatçılara ve edebiyatçılara destek olacak, onların sesini duyuracak bir platform kurduk. Bu platforma yazılar paylaşıyoruz, sanatçı röportajlarıyla onları dinleyip seslerini duyurmaya çalışıyoruz. Bugün de “Cem Erdost” dedik. Sizin de Portakal Altı kayıtlarınızı biliyoruz.
Öncelikle, bilinenler dışında Cem Erdost kimdir? Mesela, sizi müzisyen olmaya ilk iten, tetikleyen şey ne oldu ve bu yola girmeden önce hayatınızda bir kırılma anı yaşadınız mı?
Cem Erdost İleri: Kırılma noktası şöyle, hep söylediğim bir şey var; abim müzik dinliyordu, ben müzik dinliyordum. O patlıcan yemiyordu, ben patlıcan yemiyordum. O kereviz sevmiyordu, ben de sevmiyordum falan filan ama o dediğim gibi müziğe benden daha çok hevesliydi. O müzik dinledikçe ben de müzik dinledim. O bağlama çaldı, ben de bağlama çaldım… Sanki kırılan yer orasıydı.
Şeyma İzler: Abiniz size ilham oldu yani?
Cem Erdost İleri: Evet. O kimleri dinliyorsa ben onları dinliyordum. Hayatımda şu an usta dediğim, usta olan kimi tanıdıysam aslında abimin vesilesiyle ve onun kırılmasıyla başlayan şeylerdi. Sonra bir de tabii şunu eklemek isterim, Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfı benim hayatımın dönüm noktalarından biri çünkü çok içine kapanık bir çocuktum fakat oranın sosyal ortamı, gönüllü abi ve ablaların bana olan yaklaşımları benim “artık ben müzikle uğraşmak istiyorum” veya “müzisyen olmak istiyorum” diye bir hayale sevk etti. Çünkü aile şöyle şeyler söylüyor, “yap da hobi olarak yap” ama Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfı kendime güvenmemi sağladı “Aa bende bir şey varmış” gibi bir şey oldu. Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfının bana katmış olduğu, yol açmış olduğu çok güzellik var.
Şeyma İzler: Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfında ben de etkinlik gönüllüsüyüm. Orada çocuklarla çalışıyorum. Bana da çok katkısı oldu ve hâlâ devam ediyorum.
Cem Erdost İleri: Ben oradaki çocuklardandım işte. Çocukluğumdan bahsediyorum. Oradaki çocuktum sonra vakıfta beş altı sene gönüllü abilik yaptım.
Şeyma İzler: Evet. Orada gönüllü olarak devam edenler oluyor.
Cem Erdost İleri: Evet, evet. Deniz yıldızı diyorlardı bize. Hatta lise döneminde de etkinlik yapıyorduk. Normalde üniversitede yapılıyor. Belki de orada aldığımız gitar eğitimi hayatımızı bambaşka bir yere getirdi. Dışarıda bir gitar kursuna gitmiş olsaydık böyle etkisini göremezdik. Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfına gitmeyen ve çocuk olmayan bilemez.
Şeyma İzler: Gerçekten doğru. Ben de orada en azından ufak da olsa bir çocuğa faydam dokunsa mutlu oluyorum. Söylediğiniz bir cümle, bir kelime onlarda çok başka kapılar açtığına inanıyorum. Aslında toplumun her bireyinde farkındalık yaratacak bir şey. Bizler de bu toplumun bir parçasıyız ve onlara da bir faydamız olması için çabalıyoruz.
Cem Erdost İleri: Ben şöyle düşünüyorum; bu tip sosyal sorumluluk projelerinde elbette ki karşı tarafın fayda sağlama ile ilgili başka bir şey ama onların toplamında da bizim aldığımız çok şey var. Ben biraz orasındayım. Onların bana fayda sağladığını da düşünüyorum.
Şeyma İzler: Tabii ki size bir rehber oluyor, yol açıyor aslında. Hayallerinizle ilgili başka bir fikir veriyor.
Cem Erdost İleri: Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfı bence köklü vakıflardan biri.
Şeyma İzler: Evet. Kendini bozmamış kurumlardan biri. Çok kıymet veririm ben de. Sizin yolunuzun da oradan geçmiş olmasına çok sevindim.
Cem Erdost İleri: Ben de öyle. Konunun hiç buraya geleceğini düşünmemiştim.
Hatta Umuda Mavi’dir ilk albümün adı. Umuda Mavi, Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfının bir projesinin ismidir. Benim orada gönüllü çocuk olduğum zaman, çocuklar bir yeni yıl giriş projesi olarak yanlış söylemeyeyim ama “Umudu Mavi ile Çizin” diye kartpostallar yaptı. O resimleri kartpostallarda kullandılar. Ben ilk albüm yaptığım zaman albümün adı ne olacak diye düşündüğümde, eski bir bavulum var, karnelerimi falan koyduğum, onun içindeki şeylere baktım. Kartpostalın arkasında Umuda Mavi yazıyordu. Umuda Mavi, bir Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfı projesidir. İlk albümün bir kazancı olursa da oraya bağışlamak istedim ama biliyorsunuz bu işlerde kazanç falan çok zor.
Şeyma İzler: Size ilham aldığınız kişileri soracaktık ama sanırım abiniz bu kişi.
Cem Erdost İleri: İlham alma fırsatını kaçıramazdım böyle bir abiye sahipken ama tabii müzik veya sanat için soruyorsanız orada çok usta var. İlla onunla beraber vakit geçirmeme gerek yok. Mesela Ruhi Su’yu hayatım boyunca görmedim ama ondan çok ilham aldım. Onun gibi çok usta var. Ruhi Su öncelikle sayabileceğim isimlerin başında geliyor. Sonra Erkan Oğur var. Onun yanında zaman geçirme şansına da eriştim. Bir dokunduklarımız bir de bize dokunanlar… Erkan Oğur benim dokunabildiklerimden. Onun için çok şanslı hissediyorum kendimi. Çok usta var.
Şeyma İzler: Tarz olarak daha çok Halk müziğinden mi etkilendiniz?
Cem Erdost İleri: Bağlama benim evimin duvarında asılı olan bir enstrümandı. Dolayısıyla benim gidip babama “ben obua çalmak istiyorum” diyecek bir durumum da yoktu. Bizim duvarda bağlama duruyordu, biz müziğe eğilimimizi bağlama ile keşfettik. Abim de öyle, ben de öyleyim. Sonra eve org alındı, sonra Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfı ile gitar girdi hayatımıza. Hayatımıza girdi derken, gitarın ne olduğunu biliyorduk ama gitar enstrümanını çalma becerisine bulunduğumuz ortamlarda sahip olduk. Dediğim gibi “ben gitar çalmak istiyorum” diyebileceğim bir ortamda büyümediğim için belki o ilham dediğimiz şey, tercih ettiğimiz bir şey değildi ama sanki böyle söyleyince bir pişmanlık içeriyormuş gibi hissettiriyor olabilirim ama öyle bir şey değil. Bana birisi sorsaydı “hangi enstrümanı çalmak istiyorsun?” diye, o zamanın şartları ile bilemiyorum yani. Böyle bir sorunun cevabı değildi bağlama. Bağlama zaten evin duvarında duruyordu, biz onu aldık, onu kullandık. Bunu halk müziğine de bağlayabiliriz, ben o ait olduğumuz kültür, dil, ana dil diye bir şey var ya… Dil bilmek bir de ana dili. Bence insanın hayatına giren ilk enstrüman onun müzikteki dili oluyor. Ana dili gibi oluyor. Kendi adıma söyleyeyim, film müziği falan yaptığımda, içinde bağlama olmamasına rağmen bütün düzenlemeleri veya düşünceleri bağlama üzerinden yaptım. Mesela İngilizceyi yeni öğrenen birine soru sorulduğunda, onu önce Türkçeye çevirip sonra kendi vereceği cevabı düşünüp sonra onu İngilizceye çevirir. Müzikte de biraz onu hissediyorum ben. Bir müzik düşünüyorsam eğer onu önce bağlama üzerinde, sonra başka enstrüman üzerinde düşünürüm.
Şeyma İzler: Müziğin de bir dili var aslında.
Cem Erdost İleri: Bunu notaya dökme, aranje etme kısımlarında çok fazla karşılaştığım bir şey oldu. Ben de buna şaşırdım. Eğitim sıralamasına baktığımızda gitarın eğitimi bende daha önce mesela. Bağlama çalmayı biliyordum ama müzik enstrümanı eğitimini önce gitarda aldım. Ona rağmen gitar eğitimi alırken bile dize üzerinde notayı gördüğümde bunu önce bağlama üzerinde görürüm. Mesela bir ezgi çaldığında, ezginin gidişatını bağlama üzerinden daha çok akılda tutabiliyorum. Bir parçayı düzenleyeceğim zaman gitar bile çalacaksam öncelikli olarak bağlamanın sesini duyuyorum. Bu bence müzikteki ana dil gibi bir şey.
Şeyma İzler: Bağlama ve gitardan yola çıkarak şunu sormak istiyorum; bazı tartışmalar var, bir yaylı çalgı çaldığınızda diğer yaylı enstrümanları öğrenmek daha kolay olabiliyor şeklinde. Misal, bağlama ile başladığınızı var sayalım, keman da çalabilirsin, çello da çalabilirsin gibi tartışmalar olabiliyor. Sizce de öyle mi?
Cem Erdost İleri: Öyle bir şey yok tabii ki. Bir enstrümanı çalabiliyorsanız öbür enstrümanı çalabilirsiniz ama bir enstrümanı çalıyorsunuz diye öteki enstrümanı da çalacaksınız diye bir şey olamaz. Apayrı disiplin hepsi. Bağlama formundaki enstrümanlar için de bu geçerli, hepsinin farklı akort sistemleri var. Elbette ki bunların hepsine mesai harcamak gerekir ama ben bağlama çalıyorum diye kemanı elime alıp çalabilir miyim? Mümkün değil. Elbette bağlamayı çalabilen insan yeteneklidir veya eğilimi vardır ve dolayısıyla öbür enstrümanı da çalabilir ama ben zaten herkesin bir enstrüman çalabileceğine inanıyorum. Dolayısıyla bütün enstrümanları çalabileceğine de… Elbette ki daha fazla çalışılması gereken enstrümanlar olabilir ama birisi gelsin bana desin ki “bağlama çalmayı bildiğim için İstanbul kemençesi de çalıyorum”. “Hadi oradan” derler yani. Öyle bir şey yok.
Şeyma İzler: Bu tip tartışmalar yaşanıyor hatta ilginç bir şekilde bunu sizin gibi düşünenler de var. Diğer görüşü savunanlar da.
Cem Erdost İleri: Ben herkes çalabilir diyorum ama bir enstrümanı çalma nedeni diğer enstrümanı çalabiliyor olması olamaz. Elbette mekanizmayı veya o işin matematiğini çözmüş oluyorsunuz. Yedi nota var diyoruz ya, kabaca söyleyeyim, bana da yakışmaz böyle bir şey söylemek ama örnek vermiş olmak için söyleyeyim, sonuçta yedi nota üzerinden müziğin gidişatını bildiğiniz için belki daha kolay kavrayabilirsiniz. Akort sistemi üzerinde daha kolay hareket edebilirsiniz. Şöyle bir ayrım yapabiliriz belki, telli enstrümanlar veya nefesli enstrümanlar birbirinin önünü açabilir ama yine zurna çalan biri “ben klarnet çalıyorum” diyemez. Elbette çalar, elbette ses çıkarır ama bu kadarla olmaz. Duduktan ses çıkaran birisi kavalı ilk eline aldığında hiç ses çıkaramıyor bile olabilir. Ben yapamıyorum. Ben bağlama çalıyorum değil mi? Gitar da çalıyorum, bana şimdi verin klarnet, ben çalamam. Ee ne olacak? Çalıyorum ama bağlamayı! Belki daha kolay öğrenebilirim ama yine vakit harcamadan çok zor.
Şeyma İzler: Günümüzde teknoloji ile değişen bazı şeyler oldu. İletişim biçimlerimiz değişti, yaşam tarzımız değişti. Çok daha hızlı bir yaşam akıyor. Bununla beraber müzik de değişti. Rap müzik diye bir tür çıktı ortaya ve gençler, özellikle küçük yaşlardan itibaren çok fazla rap müzik dinleyen bireyler var. Siz bu müzik türü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Cem Erdost İleri: Rap müziği hakkında mı?
Şeyma İzler: Evet. Gelecekte nasıl bir hal alır müzik size göre? Siz de dinliyor musunuz?
Cem Erdost İleri: Bilmiyorum. Ben hiç o müzik türüne hâkim değilim. Birçok türü dinliyorum aslında. Rap müziği dinlemiyorum demeyeyim ama pek tecrübe etmedim. O kadar yabancıyım ama önyargılı da değilim. “Bu dinlenmez” diye bir hükmüm yok ama bana zor geliyor, biraz yorucu geliyor. Gelecekte ne olur? Bilmiyorum. Ben müziğin, kültürün zaman içerisinde değişebileceğini ve değiştiğine de inanıyorum. Değişe değişe… Bir döngünün içerisindeyiz sonuçta.
Şeyma İzler: Günün şartlarına göre değişkenlik gösteriyor yani?
Cem Erdost İleri: Bugünün şartlarıyla artık teknolojinin bu kadar hayatımızın içine girdiği yerde elbette daha sert değişiklikler görüyoruz. Bunu zaten hayatımızın her alanında görüyoruz. Sadece müzik veya sadece sanat için değil. Artık bir kod girince fotoğrafı geçtik görüntüyü bile elde edebiliyorken müziği de elde ediyor olmak bence aynı yere denk geliyor ama “bunu kullanan da bir insan” diyorlar yapay zekâ için, bilmiyorum. Öyle de değil. Elbette bunlar da olacak ama bunun olması bence benim müzik yapma hakkımı elimden alamaz. Ben mesela bunu üretmenin farkına varıp “oo şimdi işimiz çok kolay” niye diyeyim, nasıl diyeyim? O kadar kendi geçmişime nasıl karşı çıkayım? “Bunların hepsini şimdi kısa yoldan halledeceğiz” nasıl diyeyim? Elbette elektronik müzik için daha faydalı olabilir ama bunları zaman gösterecek. Bu konu hakkında bir ön fikrim olsaydı geleceğe dair, oraya doğru hareket ederdim ama bugün yok öyle bir durum. Ben hâlâ kendi kayıtlarımda olabildiğince akustik enstrümanlar kullanmaya çalışıyorum. O seslere elbette diğer yollarla da ulaşabilmek mümkün. Beni mutlu eden şey, bununla uğraşıyor olmak.
Şeyma İzler: Ben de müziğin insanları birleştirme noktasında bir duygu olduğunu düşünüyorum. Şarkıyı söyleyen de yazan da… ona duyguyu katan önemli. Bence bunu hiçbir makine sağlayamaz diye düşünüyorum.
Cem Erdost İleri: Makinenin de kattığı çok şey var. Bugünün koşullarında geleceği yorumladığımızda sanki bugünü böyle hammış gibi ele alıyoruz ama yirmi sene öncesini ele aldığımızda benim elimin altındaki imkanların hiçbiri yoktu o zaman. Aslında o zaman da bugünü konuşuyorlardı. “Şimdi bu hayatımıza girince ne olacak?” Bence oluyordu. 2013 yılında ilk albümümü yaptığımda, CD basıldı. O CD basıldığında biz diyorduk “Yakında arabada CD çalar bile olmayacak” İşte olmadı. Şimdi kimsenin derdi değil bu. “Eyvah, eyvah arabada CD çalar yok!” çünkü koşullar artık buna göre evirildi ve artık bütün müzik endüstrisi buna göre şekillendi. Benim aklıma bunlar gelmiyor. Şimdi “müziği yapacağız, şu platforma koyacağız, bu platforma yükleyeceğiz, ellerimizi açacağız bekleyeceğiz” diyoruz. Bakacağız algoritmaya giriyor muyuz, girmiyor muyuz diye.
Şeyma İzler: USB’leri gördüğümüzde bile ne kadar büyük teknoloji, demiştik.
Cem Erdost İleri: Buna da evirilecek herkes. Bu yapay zekâ başımıza gelecek. O zamanki koşullarla bugünü de belki unutacağız. Yirmi sene öncesini unuttuk. Benim evimde mikrofonum vardı, ses kartım vardı ve benim okulum orası oldu. Ben sürekli evde kayıt yaparak kendimi dinleyebilme ve kendimi fark edebilme, müziği fark edebilme şansına eriştim ama yirmi sene önce? Ben şimdi bir parçayı bir yerde çalıp bir yerde durdurup “dur bakayım burası içime sinmedi” deyip oradan devam edebilme şansım varken, o dönemlerde böyle bir şey yoktu. Şeritlere kaydediliyordu, zor işti. Şimdi çok kolay. Şimdi biz bu kolaylığı kabul edip artık buna kendimizce zor deyip yapay zekanın yaptığı şeye kolay diyoruz. Ama içinde bulunduğumuz şartlar da şimdi çok kolay. Müzik yapmak, bir şey kaydetmek, müzik kaydetme ortamına ulaşmak çok kolay.
Şeyma İzler: Evet. İş yapış şekillerimiz oldukça kolaylaştı ama bu sefer de o tüketici yani dinleyeni bulmak biraz zorlaştı sanırım. Rekabet ortamı da çok fazla. Herkesin belirli tarzda zevkleri var ama dinleyen kesimi bulmak, kitleyi oluşturmak sanırım biraz zor.
Cem Erdost İleri: Rekabet demek biraz uygun olmayabilir, keşke rekabet edebiliyor olsak diyebilirim buna. Az önce algoritma diye bir sözcük kullandım, siz istediğiniz kadar rakip olun birbirinize, sizi o platformlar kendi sistemleri içerisine sokmadığı sürece rekabet de edemiyorsunuz. Dolayısıyla aslında burada bir haksız rekabet var. Haksız rekabetin olduğu yerde rekabetten bahsedemeyiz. Bu da bizim elimizde olmayan bir durum. Elbette ben biraz da olsa projelerimle ve beraber eşlik ettiğim sanatçıların da kendi ulaşılmış halleriyle bir kitleye ulaşmış bir müzisyenim ama buna rağmen artık bu algoritmanın ne demek olduğunu konuşuyor olmak lazım. Çünkü önceden CD çıkardığımız zaman bunun dağıtımcısı kim olacak diye düşünürdük ama şimdi dağıtımcınız kim olursa olsun elbette onların o platformlarla başka anlaşmaları veya kolaylaştırıcı durumları olabilir ama rekabet sözcüğü çok yapay geliyor bana. Zaten kimse kimseyle rekabet etmiyor müzik üretimcileri. Birilerinin “o şu kadar dinlendi ben de o kadar dinlenmeliyim” diye bir şey yaptığını düşünmüyorum. Herkes daha fazla insana ulaşmak için müzik yapıyordur. Bütün müzik platformlarını kullanan biri olarak rekabet işinin epey zor olduğunu düşünüyorum. Bence sizin yaptığınız iş çok da umurlarında değil, onların bir tane derdi var; platforma giren kullanıcı, üretici oradan çıkmasın… Bütün dertleri bu. Benim dinleniyor olmamın onları mutlu etme sebebi, benim dinleyicimin orada bana vakit ayırıyor olması. Artık takipçi sayılarının falan da çok önemi kalmadı bizim kitleye ulaşmamız açısından. Sayıların önemi kalmadı. Bir şey paylaştığınızda onun beğenilme sayısı, yorumları, çekilişler… bu bizi rekabete sürükleyen bir şey ama ben orada yem olmak istemiyorum ve kimseyi de yem etmek istemiyorum. Yapanlara da “kötü” demem, herkesin bir bildiği vardır, herkes oyununu kendi kurallarına göre oynuyor olabilir ama ben bunu tercih etmiyorum. Görüyorum bazen şunu yapıyorlar “haydi, yorumlarda buluşalım” ya da “yorum yapın, keşfet kısmına düşelim”. Keşfet kısmına düşüyoruz biz, mesela Portakal Altı kayıtlarının bir videosu üç milyon izlenmiş orada, giriyorum diğer bir müzik platformuna; orada altmış bin, yetmiş bin… Yorumlarda buluşsak ne olur, buluşmasak ne olur. Ben müzik yapıyorum. Benim müzik dinleyen insana ulaşmam lazım. Rekabet yanlış bir şeye dönüştü. Adı rekabet ise tabii. Ben onu da kabul etmiyorum. Takipçi sayısı ile, dinlenme sayısı ile rekabet mi olur? Ben bir şey yapıyorum, bu ne kadar insana ulaşırsa o kadar. Bir ürün koyuyoruz ortaya sonuçta, bunun beş sene sonra kimler tarafından dinleneceği benim derdim. Acaba onu yapabildik mi, yapamadık mı? Yapamadıysak da sorun değil. Bu ortam insanların, paylaşımlarında türkü ismini değiştirmesine sebep oluyor, sırf dikkat çeksin diye. Kırk yıllık türkülerin isimlerini değiştiriyorlar. Ben de bunu yapmıyor değilim, sonuçta Portakal Altı gibi bir projem var otuz yedi bölüm çekmişim. Ben de oyunu bu kurallara oynamak taraftarıyım ama bunu yaparken ne ile, kiminle rekabet ettiğimi bilmeliyim. Bu rekabet benim bir başka müzisyene karşı sağlayacağım bir üstünlük olamaz.
Şeyma İzler: Belki kendinizle bir rekabettir bu?
Cem Erdost İleri: Bilmiyorum. Yok ya değil. Önceden, yaşım daha gençken “ünlü olmak istiyor musun?” diyorlardı. Buna cevap veremiyordum. Şimdi söylüyorum, bunun adı ne ise. Müzik yapıyorum, ne kadar çok insana ulaşsam o kadar iyi. Yaptığım şey de ayıplı bir şey değil. Bu kadar emek veriyorum, gecemi gündüzüme katıyorum. Evet! Bu kadar çabayı, insanlar beni dinlemesin diye vermiş olabilir miyim? Mümkün değil, niye böyle bir şey yapayım.
Şeyma İzler: İyi şeyler yapılıyorsa elbette insanlara duyurmak, yaymak önemli.
Cem Erdost İleri: Daha fazla insana ulaşmak için bir stratejim yok. İçimden gelen şeyin daha fazla insana ulaşmasını diliyorum sadece. Daha fazla insana ulaşmak için “şimdi bunu yapacağız, bak burada neler olacak” gibi bir durum değil. Elbette yaptığımız şeyler içerisinde fırsatlar bulup bunları değerlendirebiliyoruz. Portakal Altı kayıtlarına başlarken işin buralara geleceğini bilmiyordum ama iş buralara gelince elbette içinden fırsatlar yaratmaya çalışıyorum. Neden yaratmayayım ki?
Şeyma İzler: Uygun koşullar oluşunca mutlaka fırsatlar değerlendirilecektir.
Cem Erdost İleri: (Röportaj videosunu kastederek) Siz şimdi bunu niye yapmayasınız ki?
(Dergimizi göstererek) Bunu yapın geçin.
Ama videoyu da çekelim, bu bir fırsat çünkü. O kameraya ulaşmak mümkün. Böylelikle ulaşılabilirliğinizi artıracaksınız. Demek istediğim bu. “Biz Cem’le video çekeceğiz, ondan sonra böyle olacak” diye bir şey değil.
(Dergimizi göstererek) Bunu yapmaya başlayınca diğerleri de bir fırsat oluyor. Benim yaptığım da bunun benzeri. Müzik yapıyordum, baktım ki Portakal Altı diye de bir şey yapabiliriz, şimdi Portakal Altı yapıyoruz.
Şeyma İzler: Size ait kaç şarkı var?
Cem Erdost İleri: Beste olarak çok var, onlar neredeler? Onlar daha çok filmlerde. Aşıklar Bayramı’nda, Lacivert Gece’de… Bilinen filmleri söylüyorum daha çok. Lacivert Gece’de Olcay Bozkurt ile beraber çalışmıştık. Aşıklar Bayramı’nda ise Mine Pakel ile çalıştık. Oradaki besteler benim, sözünü yazdığım sadece bir tane şarkı var. O da pandemi dönemindeydi. O dönem çok etkilendiğim ustalardan Hüdai’yi çok dinleye dinleye bir söz yazma girişimim oldu ‘Bitmeyen’ diye. O da Gün Dönerken İP’sinde. Bir tane enstrümantal olan İçinde Yol Var bestem var. Bir de şimdi Mert Pekduraner diye sevdiğim bir dostum ile kendi stüdyomda kendime kaydettiğim ezgiler var, muhtemelen kendisi ile üç veya dört besteden oluşan bir girişimiz olacak. O albümdeki tüm besteler bana ait olacak. Mert arkadaşım da perdeli bir enstrüman çalacak.
Şeyma İzler: Bugün bu kaydı sizin Ahali Kahvesi adını verdiğiniz mekânınızda yapıyoruz. Çok samimi bir ortam zaten adını duyunca da kulağıma samimi gelmişti. Burası nasıl ortaya çıktı? Burayı açma fikri nasıl oluştu?
Cem Erdost İleri: Burada on senemiz geçti. İzmir’den gelen bir müzisyenim ben. İzmir’de barlarda müzik yapıyordum ama artık bunu yapmayı istemiyordum. “İstanbul’a gidince barlarda müzik yapmayacağım” dedim, öyle de oldu. O dönemde Tümer abi ve Bülent abi ile müzikli mekân açma hayalimiz vardı. Türkü barlar gibi ama biz biraz daha performansa yönelik bir yer olsun istiyorduk. Şimdi böyle yerler çoğaldı. Alternatif sahneler mevcut artık. Bizim hayalimiz de öyle bir şeydi fakat ilk girişimde bulunduğumuz yerde sorun oldu. Bu arada ben hayatımda böyle kafelere gidip çay, kahve içmiş değilim. Bu biraz da maddi durumla ilgili.
Şeyma İzler: Herkeste bir kafe açma hayali vardır, bütün paramı kafeye yatıracağım ve herkes oraya gelecek. Sizin de öyle miydi?
Cem Erdost İleri: Benim öyle bir hayalim yoktu. Biz müzikli bir mekân yapıp dinleyicilerin hem bizi dinleyebileceği hem de kendimizce bizim “iyi” diye nitelediğimiz müziği sahneye koyacak bir alan hayalimiz vardı. O olmadı. Sonra burayı bulduk, burası bir catering firmasıydı. Biz kafeye çevirdik. Bir ay önce on senemiz doldu. On sene içinde çok güzel dostluklar oluştu, bana farklı kapılar açtı. Şimdi kopamıyoruz buradan. Bir ticarethane gibi değiliz. İnsanlar burayı gerçekten evi gibi görüyor; burada evlenenler var. Bir ay önce de yenilendik, tadilat yaptık. Tadilat sonrası ilk çekimi sizinle yapıyoruz.
Şeyma İzler: Umarız size de bize de şans getirir.
Zevkler, beğeniler kişiseldir. Fakat birisinin önerisi, başka birinde yeni bir kapı açabiliyor zaman zaman. Ben buna keşif gözüyle veya zenginlik olarak bakıyorum. Siz de bize; bir film, bir kitap tavsiyesi verir misiniz?
Cem Erdost İleri: Biz eşimle genelde tavsiye üzerine bir şeyler izleriz çünkü çok fazla seçenek var. Her sanat severin bir İran sineması izlemesini öneririm. Özellikle Ayna filmi vardır, Jafar Panahi’nin filmi. O film benim etkilendiğim filmler içerisinde bir kenarda durur. Arkadaşımın Evi Nerede? filmi var Abbas Kiyarüstemi’nin ama onlar benim hep ilk aklıma gelenler oluyor. İzlediğim şeyleri genelde abim ve etrafımdaki sinema severler öneriyordur. Bu nedenle izlediğim filmler çok iyi oluyor ve çok etkisinde kalıyorum. En son bir platformda Kabakçığın Hayatı’nı izledim. Bence onu siz de izleyin. Çok güzel bir animasyon.
Şeyma İzler: Bazı animasyonlar gerçekten çocuklar için yapılmış gibi düşünülüyor ama yetişkinler için de çok farklı şeyler hissettirebiliyor.
Cem Erdost İleri: Persepolis gibi!
Şeyma İzler: Evet, Persepolis gibi.
Cem Erdost İleri: Ona animasyon diyebilir miyiz, bilmiyorum. Farklı bir teknik ama onu gören insanlar “çocuklar için” diyebilir.
Şeyma İzler: Orada aslında çok farklı bir şey anlatılıyor.
Cem Erdost İleri: Tabii, tabii. Kabakçığın Hayatı da onun gibi olmasa da yine altı dolu dolu olan bir animasyon.
Şeyma İzler: Son okuduğunuz kitap hakkında birkaç cümle alabilir miyiz sizden?
Cem Erdost İleri: O konuda çok üzgünüm. Uzun zamandır pek kitap okuyamıyorum. Kitap okuyabilmek için yatağımızın çevresine kitapları dizdik, daha yakında olursa okuruz diye. Eşimle sürekli hevesleniyoruz “kitaplar bize çok yaklaştı, en azından okuyabilecek zamanımız olur” diye ama gerçekten buna zaman ayıramıyoruz. Ahali… Portakal Altı ve diğer müzik projeleri… Filmlerin çoğunu bile seyahatlerde izliyorum. Kitap okumak, bence kitap okuma kondisyonundan koptuğunuzda yeniden okumaya başladığınız zaman sanki çok yorucu bir şeymiş gibi hemen uyku getiren bir şeymiş gibi geliyor. Hatta sizin derginizi açtım, okuyayım dedim. Aklıma gelen “acaba uykum mu gelecek?” düşüncesi oldu. Bu yüzden hep yarım bırakıyorum kitapları son zamanlarda. Telefonumdaki okumam gereken kitaplar ve izlemem gereken filmler listemin üzerini bile uzun zamandır karalayamıyorum. Çok iyi bir okuyucu değilimdir ama bu kadar da kötü değildim. Çantamda hep kitap olurdu ve bir kitap en fazla üç ay çantamda kalırdı. Şimdi bazen çantamda kitap görünce şaşırıyorum.
Şeyma İzler: Okuduklarınız arasında en beğendiğiniz kitabı söyleyebilir misiniz?
Cem Erdost İleri: Ben İnce Memed’ciyim. Yaşar Kemal’ciyim. Ben hâlâ video platformlarına girince ne izlesem diye düşündüğümde, Yaşar Kemal videolarında buluyorum kendimi. Yaşar Kemal’in konuşmalarından etkilendiğim her şeyi not alırım. Bir gün bir şey okumak istersem, Yaşar Kemal’in ne söylediğini de bilmek isterim. Hatta İnce Memed’i okurken bir deftere “yirmi altıncı sayfaya gelindiğinde şu müzik dinlenebilir”. O müziği yapmak istiyordum. Kitabın sahnelerinin müziklerini yapmak istiyordum ama İnce Memed, Yaşar Kemal’in dokunulmasını istediği bir şey değilmiş. Onun üzerine bir şey yapılamadığını düşününce üzülerek vazgeçtim ama o kitaba yapılabilecek müziklerin listesini çıkardım. Mesela hapishaneden kaçış sahnesi falan oraların hepsinin müziği olacaktı. Okur, o sayfaya geldiğinde o müziği dinleyecekti. Bir filme müzik yapmak gibi bir kitaba müzik yapacaktım.
Şeyma İzler: Bir sorum da aslında o olacaktı. Yapmak istediğiniz bir filmin müziği var mıdır?
Cem Erdost İleri: O konuda çok başarılı insanlar var. Ben Gustavo Santaolalla‘yı bilirim, Babil’in müziğini yapan. Paramparça Aşklar ve Köpekler’in de müziğini o yapmıştı. Fırat Tanış ile beraber Gelin Tanış Olalım diye bir oyunun içindeyim yaklaşık sekiz senedir. O da bana hep aynı şeyi söyler. Bir görüntünün üzerine bir müzik işliyor olmak çok etkileyici bir şey. Bence sinemanın büyüsü de burada. Yapmak istediğim şeyler içerisinde ilk üçe koyarım. İyi filmlerin müziğini yapmak veya filmleri güzelleştirmek isterim. Aşıklar Bayramı’nda böyle bir fırsatım da oldu. Özcan Alper’in yönetip Kemal Varol’un yazdığı. Çok da istediğim gibi olmayan işler de oldu arada ama denenmiş, güzel olduğunu düşündüğüm işler var.
Şeyma İzler: Belki ileride de güzel işlerde olursunuz yine.
Cem Erdost İleri: (Gülerek) Evet. Sinemacılara duyurumuz olsun.
Şeyma İzler: Düş Art, dayanışma ruhu ile ortaya çıkmış bir platform. Siz de bu ruhla kendi alanınızda işler yapıyorsunuz. Mesela Portakal Altı Kayıtları… Daha önce çok anlatmışsınızdır o nedenle çok kısa birkaç cümle ile bundan bahseder misiniz? Mesela bu projeler, kolektif çalışmalar nereye kadar gidecek, varmak istediği nokta nedir?
Cem Erdost İleri: Dinlensin ya. Portakal Altı kayıtlarının birinci sezonu çekilirken adı birinci sezon değildi. İkinci sezon yapılmaya başlayınca biz “o zaman bu birinci sezonmuş” dedik. Bir yaz dönemi içerisinde on beş bölüm çektik, bir sene sonra on üç bölüm, sonra beş altı bölüm çektik ama birinci bölümü çekerken de biz Portakal Altı’nı çekmiyorduk. Biz o bahçede Lale Koçgün ile bir video çekmek istedik, bir kayıt yapalım dedik. Sonra o, Portakal ağacının altında bir şey yaptık, çok güzel oldu. Bunun devamını getirebileceğimizi ve bizimle beraber bu hayale ortak olabilecek dostlarımın olduğunu fark edince ve bunu bir portakal ağacının altında yapınca Portakal Altı olsun dedik. Sonra aktı gitti. İnsanların da hoşuna gitti ve bu bizi motive etti. Hem de biz bir üretim kondisyonu içerisinde kaldık. On beş bölümün yayına hazırlanması, stüdyo aşaması falan bir senemizi alıyordu. Portakal Altı gerçekten çok büyük emek harcanan yer. Bize hâlâ “videoları telefonla çekiyorsunuz” diyorlar. Ne telefonu, arka tarafta en az on kişilik bir ekip var. Görüntü yönetmeni var, onun asistanı var, focus puller var. Hatta dizilerde oynayan oyuncu arkadaşlarımız geldiğinde, birçok sette bile öyle ortamın olmadığını söylüyor. Biz tabii böyle vaatlerde bulunmuyoruz kimseye. İyi bir şey yapma hayalimizden ve aslında bu kadar işleri büyütmenin, görüntü kalitesini bu kadar yüksekte tutma çabamızın sebebi şu oldu, gelen konuklar bizden bir şey talep etmiyor. Biz de diyoruz ki “en azından bunun en iyisini yapmaya çalışalım” görüntü ve ses olarak. Görüntü yönetmenimiz bile “ben bir şey istemiyorum” diyor. Ben de diyorum ki, “o zaman ben sana senin sevdiğin kamerayı getireyim” senin de içine sinsin. Bana bir tane kötü bir mikrofon verirseniz çok mutlu olmam ama daha iyi şartlar verirseniz “içinde bulunmak isteyeceğim” bir şey olur o iş. Portakal Altı da öyle bir ortam oldu. Gelen kimsenin pişman olmadığı bir yere dönüştü. Gelmeyenlerin de gelmek istediği bir yer oldu. İlk sezonda, bize ikna oluyorlardı, projeye değil. Elbette yine bize ikna oluyorlar ama projenin de bir albenisi var ve artık “ben de gelebilirim istersen”e dönüştü ve çok da fazla talep var zaten. Bir de hep ünlülerle kayıt yapıyoruz sanıyorlar. İlk sezonda ünlü yoktu veya ünlü olanlar da zaten benim arkadaşlarım içerisinde olup ünlü olan kişiler. Zaten arkadaşım. Ben Fırat abi ile beş yüz kez sahneye çıkmışım, o benim için artık ünlü biri değil ki, o benim arkadaşım. Ali Seçkiner, senelerdir dinlediğim ustam. İsmail Hakkı Demirci oğlu, elini öptüğüm ustam. Zaten bizim Portakal Altı kurgusunda kim usta kim çırak gibi bir durum var. Ben İsmail Hakkı Demircioğlu’na usta diyebilirim ama oraya gelen başka biri de bana usta diyebilir. Böyle bir ortam, bir döngü kurmaya çalıştık, kendimiz tamamlamak için. Hep ünlüleri aldığımızı düşünenler girip videolara baksınlar. Kaç tane bölüm var. Biz yaptık aslında. Benim bunu konuşuyor olmam da ayıp. Ünlü, ünsüz diye bir kategorimiz yok.
Siz de çok kıymetli bir iş yapıyorsunuz. Bir kere zaman harcıyorsunuz buna ve iyiye olan inancınız var. Benim için bütün kriter bu, en azından benim için böyle. İyiye olan inancını kaybetmiş insanlarla bir şey yapılmıyor çünkü orada artık başka bir şey oluyor ama burada güzel bir şey yapıyoruz, muhabbet ediyoruz ve en çok ihtiyaç duyduğumuz şey. Televizyon programlarında görüyoruz; ben ne düşünüyorum, ben nasıl yaşıyorum, ben bunları hangi duyguyla üretmeye çalışıyorum, ben sizin neden konuğunuzum? Bunların hiçbirinin sorulmadığı, sadece prim yapan şeylerin içinde kurban gitme eğiliminde olan insanlara dönüşüyoruz…
Çok güzel muhabbet ettik, benim de kendimi ifade edeceğim bir olanak sağladınız bana.
Şeyma İzler: Biz de size, sorularımızı içtenlikle cevapladığınız için teşekkür ederiz. Bizim için de keyifli oldu.
Cem Erdost İleri: Biraz uzatarak cevaplamış olabilirim, size kolaylık diliyorum. Çok mutlu oldum, uzun zamandır kamera karşısında uzun sohbet etmiyordum. Bu, benim Portakal Altı için de hayalimdi aslında, gelen konuklara birkaç soru sormak. Böyle denk geldi, iyi oldu…
Herkese selamlar, sevgiler.