Doğup büyüdüğün yerden sen gitsen de o senden gitmiyor. Nereden mi biliyorum? Bunu sonra anlatırım çünkü uzun süredir hazırlandığım bir buluşmaya yetişmem gerekiyor. Uyku sersemliğini atamadan konuşmaya başladığımda tüm konuşmalarım girift bir hal alıyor, bu berbat huyum galiba ölünce son bulacak.
Çağımızın gerektirdiği gibi uyanır uyanmaz önce kahvemi yaptım çünkü bilirsiniz kahve içmeden ayılmak olmaz. Saçlarımı düzleştirmek için düzleştiriciyi prize taktım, o sırada yüzümü yıkayıp hemen makyaja başlamam gerekiyor. Malum bahsettim ya, uzun süredir beklediğim bir buluşma için bu kadar tantana. Hangi kıyafeti giysem abartmamış olurum acaba ya da ne giysem Ayşe teyze anneme gelip yetiştirmez? Bu soruların cevabı doğup büyüdüğüm mahallede saklı. Mahallenin ahlak zabıtalarına yakalanmamak gerek evden çıkarken. Bin tane sorgu sual… Yine de onlara rağmen güzel giyinip gideceğim, pantolonum dar olabilir, makyajım fazla olabilir, omzum görünüyor olabilir; kısacası, el aleme göre cehenneme odun olmaya gelmişim dünyaya, onlar öyle uygun gördü çünkü.
Sibel’i de çağırdım hazırlanmama yardım etmesi için. Bilirsiniz, kızlar bu tür etkinliklere toplu halde hazırlanırlar; “Event Koçları” ile… On ayrı kombin, beş saç modeli, birkaç çeşit makyaj silsilesinden sonra bir hal çıkardık ortaya. Ancak hesaba katmadığım bir şey vardı: panik atak ve anksiyete. Bu iki arkadaş sürekli benimledir, bazen başarımın mimari olurlar, bazen en güzel günümü mahvederler. Bakalım bugün hangisi gelecek başıma?
Zor bela evden çıktım, mahalle teyzelerinin sorularını sıfır fire ile atlattım, bir de İstanbul trafiğinde görüşmeye vaktinde gidebilirsem, değmeyin keyfime. Kısa, ama hızlı adımlarla yokuşu çıktım, içimde büyüttüğüm aşkın sahibine ulaşmaya çok az kalmıştı. Ellerim terlemişti ve kalbim aşırı çarpıyordu. Karada değil de havada yürüyordum sanki, öyle bir his.
Her şeyin yolunda gittiğini düşünürken, benimle yapışık yaşayan biricik dostum panik atak yanımda belirtmişti. Yokuşu tırmanırken birden durdum, sanki kalbime bir şey saplanmıştı. Derin nefes alarak bu atağı başımdan savmaya çalıştım. Bir anda sanki birden fazla el boğazıma yapışmıştı ve tüm güçleriyle beni boğmaya çalışıyorlardı. Ellerim titremeye başladığı için telefonu elime alamadım, sanki çağırsam hemen yardıma gelecek insan vardı etrafımda, laf. Defalarca başıma gelen bu hal, bazen bayılmakla sonuçlanıyordu ve bugün en son isteyeceğim şeydi bu. Günlerce bugünün heyecanını büyütmüştüm içimde, haftalar boyu yapacağım konuşmayı defalarca kafamda kurmuştum. Bugün iyi olmam gerekiyordu, hastalıklı biri gibi görünmeyi istemiyordum, büyükler öyle derdi: “Hasta kadınları kimse sevmez.”
Bu aşırı heyecan ve kaygı yüzünden hayatım bir dönem zindana dönmüştü. Okula giderken mesela, acaba derse yetişebilecek miyim, araç kaza yapar mı, yaparsa annem çok üzülür, ya anneme bir şey olursa diye endişelenmekten bir hal olurdum. Akşam eve dönerken de aynı şeyler beynimde tekrar vukuu buluyordu. Böyle yaşamaya alışmıştım artık. Bu kaygı hali bir gün öyle bir duruma gelmişti ki, kalp krizi geçirdiğimi düşünüp ambulans çağırmışlardı arkadaşlarım. Dershanede herkes başıma toplanınca iyice ayyuka çıkmıştı ataklar. Sakinleşmek ne mümkündü, göğsüme yapıştırılan tıbbi cihaz uzantılarının izleri vardı ve ben hiçbir şey olmamış gibi eve girip yemeğimi yiyip yatmıştım.
Vücudumdaki yapışkanları kardeşim görüp ürkmüştü. “Korkma ablacım, oyun oynadık biz” dedim. Tamam deyip geri yattı.
İşler artık kontrolden çıkmıştı ve acilen yardım almam gerekiyordu. İlk kez gittiğim doktorum benimle çok ilgilenmiş, basit bir sınav kaygısı sandığı şeyin altından bu kadar travma çıkmasına şaşırmıştı. Olanları ince detayına kadar anlatmış, “Hocam sokaktaki mazgallara basamıyorum, içine düşüp ölmekten korkuyorum” demiştim çaresizce. Yaşamın bu boyutu beni mahvediyordu. Evden çıkarken en az on kere cüzdanımı, kimliğimi, anahtarımı kontrol ederdim. Hatta varacağım yere gidene kadar devam ederdi bu. İlkokuldayken söz alıp ayağa kalktığımda istem dışı üstümü başımı düzeltiyordum, arkadaşlarım benimle hep dalga geçerlerdi: “Başladı yine düzeltmeye”.
Tüm bu olanların anormal olarak değerlendirildiğini çok sonradan öğrenecektim çünkü bana göre düzenli olmak, kurallara tam uymak, her şeyi en iyi şekilde yapmak, yolda hep en dipten yürümek, eşyalarımı hep aynı yere koymak gayet olağan ve sıradan şeylerdi.
Türlü zorbalıklarla ve alaylarla geçen yıllarım etrafımda kimseyi bırakmamıştı daha doğrusu ben artık anlaşılamamaktan yorulmuştum. Tanıştığım her insana yeni baştan kendimi anlatmak ve kendimi kabul ettirmeye çalışmak zihnimi ve ruhumu hırpalıyordu. Duvarlar arasında preslenmiş şekilde yaşıyordum sanki.
Sahi, insanlar gerçekten kafamızda kurduğumuz gibi mi, yoksa biz öyle tanımak istediğimiz için mi kendi tasarladığımız şablonlara uyduruyoruz? Daha önce yaşadığım onca hayal kırıklığı içimdeki çocuğu büyütememişti ama buna rağmen ben otuz küsur yaşında olduğum için bir yetişkin gibi yaşamak ve yaşlanmak zorundaydım. Kalp ağrısı yaş ilerledikçe daha mı az acıtıyordu acaba, yoksa ben hayattan alamadığım her şeyin üstüne örttüğüm o örtüden mi örtmüştüm?
Malum İstanbul trafiği yine formundaydı. Zor bela kendimi metrobüse atıverdim. Bindim diyemiyorum çünkü havada seyahat ediyordum, insanların üstünde. Artık alıştığımız yolcu-şoför, yolcu-yolcu kavgaları her zamanki hızıyla devam ediyordu. İnsan yolculuk yaparken de çok şey düşünüyor. Gözümün gördüğü her şeyi beynim kaydetse de ben bazı şeylerin üstünü örtmek istiyorum. Yanındaki kadına kaba davranan adama gıcık oluyorum mesela, sokaklarda dilendirilen çocuklara üzülüyorum. Markette istediği alınmadığı için ağlayan çocuğuna şiddet uygulayan ebeveyni görmek istemiyorum mesela. Tabi bunların yanında şefkat dolu insanların her yerde olmasını istiyorum, mutluluğu ve sevgiyi bulaştırsınlar her yere. İnsanın içinde sevgi olduktan sonra, hiçbir kötülük yer edinmiyor kalbinde. Dört tarafı insanla kaplı şehirde yaşıyor olsan da bilirsin ki dünyaya geldikten sonra aslında yapayalnızsın, “İnsan eti ağırdır.” derlerdi büyükler, anlamazdım; kalabalıklar içinde mutlaka bir yer edinip kendimi bulacağım bir cemiyet mutlaka olur dedim. Koca koca insanların benim gibi her şeye “evet” diyen biriyle nasıl bir sorunu olabilirdi ki zaten?
Okul, iş derken çok güzel bir çevre edindim. Her telden insan vardı hayatımda, insan cümbüşünün sarhoşu olmuştum, keyfim yerindeydi. En önemlisi de bana kattıkları şeylerdi, Kimiyle sinema konuşuyorduk, kimiyle söyleşilere katılıyorduk, kimiyle eleştiri yazıları değerlendiriyorduk. Böylece boş zamanım kalmamıştı, kendime dahi vakit ayıramazken, etkinlikleri takip etmekten bile yorulduğum dönemler oldu. Entelektüel olmak kesinlikle kendime olan borcumdu benim. Başka türlü yaşamak kendimi kafese kilitlemek olurdu.
Sonra ne mi oldu? Yaş ilerledikçe bu yaşa kadar biriktirdiğim insanlar menfaatleri azaldıkça beni birer birer terk ettiler. İnsana ve kalabalığa alışkın olan ben, yalnızlıklar içine itildim. Duvarlara boş boş bakarak günümü geçiriyordum. Eskisi gibi şiir de yazmıyordum üstelik, enerjim bitmişti. Son bir hamle ile hayat bana hayatımın aşkını bahşedip, altın vuruşu yapacaktı. Düşene herkes vuruyordu ne de olsa.
Bin bir özenle hazırlandığım buluşma güzel geçmişti. Günlerdir kafamda dönüp duran konuşmaları yapamamıştım, kaygı yanı başımda dikiliyordu. Yeterince iyi ifade edemedim kendimi, ellerimin terleyişi, hızlanan kalp atışlarım bana şöyle fısıldıyordu: “Hastanelik olmadan kalk eve git, rezil olacaksın!”
Konuşuyordum; ama sanki düşündüğüm şeyle, konuştuğum şey aynı değildi. Galiba yine becerememiştim. Yıllarca kalbimde beslediğim bu aşk, kendi kendime yaptığım en büyük iyilikti belki de. İçten içe sevildiğimi düşünmek bile yetiyordu. Bu aşkı asla dile getiremedim, yalnızca hissettirmeye uğraştım. Kaygılarım beni mutsuz sona götürmesin diyeydi aslında, sevilmemeye asla hazır değildim.
Heyecanımı fark ettirmemek mümkün değildi, neyse ki karşımdaki olgun ve anlayışlı bir insandı. Onun sayesinde biraz çözülmüş ve konuşabilmiştim. Yaptığım kekten de yemişti, şekerli olmasına rağmen. Anksiyetenin beni tamamen ele geçirmesi an meselesiydi, bugünü beklediğimi bilen arkadaşlarım arıyor, mesaj atıyorlardı durmadan. Geç olmadan kalkmak gerekiyordu artık, ilk kez gelmiş olduğum semtten eve dönmek de yeni bir endişe kaynağıydı. Ben, beni belki yani en azından otobüse bineceğim durağa bırakır sanıyordum, bunca yıllık hukukumuz vardı. Bana otobüs durağını tarif etti. Hâlbuki daha az önce kendimi önemli hissetmiştim.
Eve döndüğümde, günümün nasıl geçtiğini soran anneme,” Güzeldi anne” dedim gözyaşlarımı saklayarak. Annemin üzülmemesi lazımdı, hastaydı. Hayatım boyunca sahip olamayacağım bu duyguların karşılığının olmadığını, yani buna engel olan bazı şeylerin olduğunu bilmek biraz canımı yaktı sadece. Hava buz gibiydi; ama ben soğuğu hissetmemiştim bile. İnsanın kalbinde yanan ateşin aslında tüm benliğini sardığını o gün anlamıştım. Eve girdikten ve anne sorgusunu ağlamadan, göz teması kurmadan, ses titremeden başarıyla atlattığım için kafam rahattı. Sobadaki ateşin gölgesi tavana vuruyor ve ben gözyaşlarımı silerken bu ahenkli atmosferi izliyordum. Kafamda dönüp duran şeyler vardı:” Acaba başka türlü olabilir miydi?” Ömür boyu bu sorunun cevabını bulamayacaktım.