Öykü - Yitik Hayatlar - Savaş Aşçı

Öykü - Yitik Hayatlar - Savaş Aşçı

Bu sabah, gördüğüm güzel bir rüyanın ortasında aniden, vakitsiz horozumun -akıllı telefonumun alarmı- sabah sabah insanı cinnetin eşiğine getiren sesiyle uyandım; güya yıllardır hayalini kurduğum 1967 Model Ford Mustang’e sahip olmuş ve hep hayalini kurduğum şekilde Arizona’nın ıssız, uzun, dar ve boş yollarında James Brown’ın It’s A Man’s, Man’s, Man’s World şarkısını dinleyerek ağır ağır yol alıyordum. Aslına bakarsanız, rüyamın yarım kaldığını söylemek yanlış olur, çünkü hayalimi gerçekleştirmiştim aslında. Her şey tam istediğim gibiydi. Ama hangi rüyadan uyanırsanız uyanın rüya yarım kalmış gibi gelmez mi bize? Her bölünen rüyanın sonunda saatlerce, geri kalanında neler olabileceği üzerine kafa yoruyor, sanki gerçek yaşamdaymış gibi düşünüp, olmasını istediğim gibi sürmesini diliyordum. Neyse… Horoz da zaten vakitsiz sayılmazdı, her gün olduğu gibi sabah tam yedide ötmüştü mendebur. Kaçta öterse ötsün, hep vakitsizmiş gibi gelmiyor mu zaten? Hep, biraz daha uyumak için o an birçok şeyi feda edebileceğimizi düşünmüyor mu birçoğumuz?

Ayaklarımı ağır zincirlerle bağlı gibi arkamdan sürüyerek, isteksizce banyoya gittim. Birkaç dakika sonra elime gelen ilk pantolon ve gömleği giyip kendimi dışarı attım. Özel bir gün değilse eğer kıyafet benim için pek bir önem arz etmiyor, ne bulursam onu giyiyordum.

İstasyon yakın, trenin gelmesine de on beş dakika vardı. Senenin en sıcak günlerinden biriydi, temmuz ayının son günüydü. İstasyondaki derece yirmi dokuzu gösterse de hissedilen otuz altıdan az değildi kesinlikle. Evden istasyona üç dakika yerine, terlememek için ağır adımlarla altı dakikada yürüdüm. İstasyon, işlerine gitmekte olan bir yığın insanla doluydu. Serinlemek için büfeden üst üste iki bardak soğuk limonata içtim. En güzel limonatayı bu büfe yapıyor. İçine ne koyuyorlar? Nasıl yapıyorlar? bilmiyorum ama hiçbir yerde bu kadar güzelini içmedim. İkinci limonata biter bitmez trenin gelmekte olduğunu belirten, raylar üzerindeki titreşimi duymaya başladım. Peşinden de tren tıngır mıngır, kendini bütün dünya telaşlarından soyutlamış, bezgin bir insan gibi istasyona geldi ve durdu. Birkaç dakika içinde trende yerime oturmuş, camdan dışarıyı seyretmeye başlamıştım bile. Benim hemen peşimden de otuz yaşına yaklaşmış iki genç gelip karşıma oturdular. Gençlerden biri esmer, patlıcan burunlu, çatık kaşlı, alnında ve göz çevresinde kırışıklar olan, kısa saçlı biriydi. Diğeri ise sapsarı ve güzelce taranmış saçları, ufak burunlu, güleç yüzlü biriydi. Sarışın enerjik görünüyordu, esmer ise daha pasif, sakin biriydi.

Yalnız yolculuklarımda genellikle kitap okur veya dışarıyı seyrederdim. Yine dışarıyı izliyor, yol kenarındaki evlere bakıp, o evlerin içindeki hikayeleri düşünüyordum. Kimi evde; karı kocanın mutlu mesut yaşadığını ve çocuklarıyla birlikte iyi bir aile yaşantısı sürdüklerini, çocukların bahçede oynadığını düşlüyor, kiminde ise ailenin sorunlar yaşadığını, kocanın içip içip karısını ve çocuklarını dövdüğünü düşünüyordum. Bu tipler hayalimde aynı zamanda kumarbaz da oluyordu. Çoluk çocuğun rızkını kumara ve içkiye yatırıyor, eve gelip doğru düzgün yiyecek yemek bulamayınca da kim var kim yoksa sopaya çekiyordu.

Bazen de kırlarda küçükbaş hayvanlarını otlatan çocuk çobanlar görüyor, onlarla beraber alabildiğine yeşil ve yer yer sarı, eşsiz ve sonsuz bir kırda, doğa ananın eteklerinde koştuğumu, oynadığımı ve hatta küçük bir çocuk gibi doğa ananın kucağında uyuduğumu hayal ediyordum. Çocukluk yıllarımın eksik yanı doğada fazla zaman geçirmemiş olmamdı ve onun hasretini böyle gideriyordum kendimce. Onun, yani doğa ananın şefkati tıpkı anne şefkati gibi geliyordu bana her zaman ve kendimi doğa ananın şefkatli kollarına bırakıyordum. Onda da bir anne gibi, evladı ne isterse yerine getiren bir yan vardı. Son derece cömert, vefalı ve fedakardı. Tohum eksen, mahsul verir, filiz eksen çiçek verir, ağaç olur, en çok da temiz oksijeni insana sınırsız sunar ve insanın ruhunu besler. Bir versen, o sana bin geri verir. Tek ihtiyacı olan sadece sevgidir. Sevilmediği, biraz ilgi görmediği yerde ne çiçek açar ne ürün verir. Hayatın sillesini yiyip yaşamından vazgeçmiş bir kadın gibi solar, kurur ve ölür. Onun ölümü de bulunduğu yerin ölümü demekti. Ağaçları kurur, deresi kurur, havası bozulur. Bozulan hava da insanları hasta eder. Kendisine verileni de verilmeyeni de fazlasıyla insanlara geri iade eder.

O nedenle nerede bir orman görsem, nerede bir yeşil alan görsem hep mutlu olurum istemsizce, yüzüm kendiliğinden güler. Sanki hiç beklemediğim biri, hiç beklemediğim bir anda hediye vermiş gibi olurum. Doğa da bizlere bir armağan değil midir?

Düşüncelerim, bulunduğumuz bölüme gelen mendil satan roman bir erkek çocuğun sesiyle bölündü. Kapkara bir yüzü, pislik içinde elleri ve yine pis ve çıplak ayakları vardı. Bir tek dişleri beyazdı, önden de bir diş eksikti. Biçimsizce uzamış saçları, neredeyse üç dört aydır hiç yıkanmadığını belli edercesine yağlı ve yer yer birbirine yapışmıştı. Bir elinde siyah bir poşet, poşetin içinde de birçok mendil paketi vardı. Diğer elinde ise iki paket mendil, insanların yüzüne doğru uzatıp satmaya çalışıyordu. Gençlerden yana gidip, her zaman yaptığı gibi elindeki mendilleri onlara doğru uzattı. Hiç ses etmedi, sadece yüzünde “siz bu mendilleri almazsanız ben bugün yemek ödülünü kazanamayacağım” bakışıyla gençlerin önünde durdu. Bir iki saniye sonra esmer genç biraz tereddüt ederek, alıp almamak arasında gidip gelirken birden sarışın genç mendil satan çocuğu dirsek ve omuzu arasında bir yerden hafifçe tutup, ittirerek kendilerinden uzaklaştırdı.

Şaşkınlık için gençlere ve bir yandan da mendilci çocuğa baktım. Esmer genç de en az benim kadar şaşırmış, sarsılmıştı. O esnada mendilci çocuk, sanki her gün aynı muameleyi görüyormuş gibi kayıtsızca, sessiz sedasız diğer yolcular arasında yoluna devam etti.

Birkaç saniye sonra ilk şoku atlatan esmer genç, önce arkadaşının yüzüne baktı. Aklının çekmecelerinde sözcükler arıyormuşçasına sessizce arkadaşını süzdü biraz. İhtiyacı olan kelimeler çekmecenin en arka tarafındaydı o esnada sanki, ellerini uzatıyor, parmak uçlarıyla çekip, parça parça topluyordu hepsini. Kelimeleri yapboz gibi kafasında bir araya getirip, karşısındakinin de nabzını yükseltmemeye çalışarak; çocuğa neden öyle bir hareket yaptığını sordu sakin ama ciddi bir tonla.

Sarışın genç ise, önce omzu üzerinden arkasına doğru, çocuğun gittiği istikamete bir göz attıktan sonra; gayrı ciddi bir ifadeyle bu çocukların serseri olduğunu, ilgi göstermeye değmeyeceğini söyledi.

Esmer genç, durumun ciddiyetini hatırlatıp, yaptığı hareketin daha ciddi bir açıklamayı gerektiğini söyledi ve kim olursa olsun öyle bir hareketin kabul edilemeyeceğini ekledi.

Bunun üzerine sarışın genç arkadaşına doğru dönüp, daha ciddi bir tavırla; bu çocukların kendilerini acındırarak fazla bir emek harcamadan, insanların duygularını sömürerek para kazandıklarını ve durumlarının da kendilerinden çok daha iyi olduğunu söyledi arkadaşına.

O esnada iki arkadaş varlığımı unutmuş, dövüşmek üzere olan ve birbirlerine kabarmaya başlayan horozlar gibiydi sanki. Ortamda nabız yükseliyor, ne yapacağımı bilmeden iki arkadaşı izliyor ve dinliyordum.

Sarışının yaptığı açıklamadan sonra birkaç saniye sessizlik oldu, ancak her ikisi de usta birer satranç oyuncusu gibi bir sonraki hamlelerini, yani birbirlerine söyleyeceklerini düşünüyor gibiydi. Esmer olanın, daha düşünerek konuştuğunu, sarışının ise daha hazır, basmakalıp cümleler kurduğunu fark ettim. Çocuğu ittiren güç neyse, ona söyleyeceği cümleleri de o anda, hareket esnasında vermişti sanki. Sarışının cebine gerekli olan cümleler konmuştu. Suçluluk psikolojisi mi? Hazırcevap olmak mı? O an için anlayamıyordum. Daha çok, esmer gencin ne söyleyeceği ve nasıl karşı çıkacağını merak ediyor, o an kafasından neler geçtiğini tahmin etmeye çalışıyordum. Ancak her ikisini de daha önce hiç görmemiş ve tanımamıştım. Bundan sonra birbirlerine yaklaşımları nasıl olur? Birbirlerine neler söyleyebilirler? Hiçbir fikrim yoktu…

Biraz düşündükten sonra esmer genç gayet sakin, ne söyleyeceğini bilir ve anlayışlı bir tavırla, biraz da yol gösterir gibi; “diyelim bu çocuklar, senin söylediğin gibi kolay yoldan para kazanıyor, insanların duygularını sömürerek, senden ve benden fazla para kazanıyor. Yine de tüm bular, bu şekilde itilmeyi, ötekileştirilmeyi hak ettiğini mi gösterir?”

Esmer genç, beni ve eminim sarışın arkadaşını da beklemediği yerden yakalamıştı bu sözleriyle. Öyle olacak ki, sarışın genç bir anda şaşıran bakışlarla yeniden arkadaşına doğru dönüp, gözlerini gözlerine dikti, ne kadar ciddi olduğunu anlamaya çalıştı; “sen ciddisin!”

Yinelenen kısa bir sessizlik sonrası, sarışın genç bu kez arkadaşına doğru tam dönüş yaparak yüz yüze gelecek şekilde oturdu. Birkaç saniye esmer arkadaşına baktıktan sonra; “sen, ben, o, bu trendekiler ve hatta dışarıdaki tüm insanlar… Yani bizler, yani toplum bu çocuklardan bir mendil alabiliriz. Ya sonra? Bu çocuklar bilecek ki, her zaman müşterileri hazır ve emek harcamadan, kolay yoldan para kazanmaya devam edecekler.”

“Bunun nesi kötü olabilir ki?”

“Gerçekten göremiyor musun?”

“Her şey ortada, çocuk para kazanmaya çalışıyor ve bu kötü bir şey değil!”

“Anladım, sen göremiyorsun!”

“Öyle bir şey çıkmadı ağzımdan!”

“Ama ben göremediğinin farkındayım.”

“Neymiş göremediğim şey?”

İkisi de kendilerine hâkim olabilmek için olağanüstü çaba harcıyor, ağızlarından çıkan ilk kelimenin tonu normalken, sonlara doğru vurgulu oluyor ve cümle biterken sertleşiyordu. Sinirler gerilmişti ortamda. Gözlerine batmamaya, görünmezliğime devam ediyor, hiç ses etmemeye çabalıyordum tüm bu konuşmalar esnasında.

Sarışın genç her soruya, hızlı, kaçak ve kısa cevaplar vermeye devam ediyordu. Esmer arkadaşı ise, hiddetten kızarıyor, biraz sakince düşünüp sorularına devam ediyordu.

Aralarındaki iletişimden anladığım kadarıyla birbirlerini uzun zamandır tanıyorlardı, yani en az on yıllık bir arkadaşlıkları olduğu konusunda bir kanaate vardım. Birbirlerine hakaret etmiyor, ancak söyleyeceklerini de sakınmadan söylüyorlardı birbirlerine.

Birkaç dakikayı ikisi de konuşmadan, sadece düşünerek ve sakinleşmeye çalışarak geçirdiler. Esmer genç, sorduğu sorunun yanıtını alamadığını belirten bir jest yaptı kısa bir aradan sonra.

Sarışın arkadaşı, homurdanarak önce ağzının içinde, duyulmayan bir şeyler mırıldandı, sonra konuyu kapatmayı önerdi arkadaşına. Ona göre iş tatsız bir yere doğru gidiyordu.

Esmer genç ise, durumda bir fenalık olmadığını, sadece konuştuklarını ve hareketinin nedenini hala anlamadığını belirtti. Aslında bu, bir bakıma arkadaşının haksız olduğunun imasıydı.

Sarışın genç, kafasını iki yana sallayıp, yumruğunu ve dişlerini sıktı, yanakları al al oldu. Neyse ki arkadaşı bunları görmüyordu. Ancak karşıdan ben görebiliyordum. Derin nefes aldı ve verdikten sonra; bu çocukların mendil satmasının doğru olmadığını düşündüğünü söyledi.

Tahminimce sarışın olan, asıl söylemek istediği şeyi söylemiyordu. Belki bütün söyledikleri de yine kendi düşüncelerinin ürünüydü fakat asıl ve en önemli olan nedeni saklıyor gibiydi. Bunu esmer arkadaşının da fark ettiğini ve sakladığı şeyi öğrenmeye çalıştığını anlamıştım. Esmer genç her ne kadar bir tartışmanın içerisinde olsa da kendisine daha hâkim, daha sakindi. Söyleyeceklerini mantık terazisinde tarttıktan sonra tezgahına koyuyor ve müşterisine güzel bir şekilde taze olarak sunuyordu. Sarısın genç ise zihninin bayat ürünlerine parlak, yapay bir madde sürerek gerçek veya taze süsü vermeye çalışıyor ve bu yapaylık da ilk bakışta fark ediliyordu. Bir şeyler ya oturmuyor ya anlamsız oluyor ya da havada kalıyordu her cevabından sonra.

İki arkadaşın tartışması devam ederken, arada kafamı hafifçe omzuma doğru eğip, yolcuların arasında mekik dokuyan mendilci çocuğa bakıyordum. Kendi dünyasında, kendi görevini yerine getirmeye devam ediyordu. Sanki az önce itilen o değilmiş gibi… Nasıl bir yaşamı var ki böyle bir hareketi hiç olmamış gibi kabullenip kaldığı yerden işine devam edebiliyor? Böylesine metin olabilecek neler yaşamış olabilir acaba? Sanki kasabın tekmeleyip kovduğu, manavın süpürgeyle sırtına vurduğu, kasaptan ve manavdan göremediği ilgiyi başka bir esnaftan görebilme umuduyla yoluna devam eden cılız bir köpek gibi göründü o esnada gözüme. Oysa kasaba, manava veya diğerlerine yaklaşırken istediği bir parça kuru ekmek, biraz sudan başka bir şey değildi. Karnına tekme yemiş de olsa, sırtına süpürgeyle vurulmuş da olsa ve hatta üzerine kaynar su da dökseler, aynı köpek aynı kasaba veya aynı manava bir sonraki gün aynı umutla tekrar gidecekti. Yaratılışı mı öyleydi, yoksa beyninin ona kurduğu bir pusu muydu bu?

Ben mendilci çocuğa bakarken esmer genç düşünceli bakışlarını dışarı sabitlemişti. Asıl cevabı alabilecek, tartışmayı bitirmeyi sağlayacak doğru soruyu aradığını camdaki yansımasından anlayabiliyordum. Bir an camdaki yansımadan, sanki gözlerini gözlerime diktiğini sandım ve ürperdim. O ana kadar orada yoktum, acaba varlığımın farkına mı vardı? Yoksa artık görünür biri miyim? Al başına belayı…

Birden ani bir hareketle yeniden, ben yokmuşum gibi arkadaşına dönüp, “neden?” diye sordu. Aynı soruyu, aynı şekilde daha önce de sormuştun be adam! O kadar döndün dolaştın, düşündün taşındın bunu mu buldun yine? Ben kendi içimde böyle kızarken bir yandan da sarışın gençten gelecek cevabı veya yapacağı jesti bekliyordum. O ise gayet lakayt bir şekilde, oturduğu yerde biraz daha yayılarak konuşmaya başladı; “diyelim ki az önceki çocuktan bir tane mendil aldık. Çok değil bak, sadece bir tane hatta hiç mendil almadan, mendilin ücretini verip postaladık. Her şeyin üzerine iddiaya girerim ki beş bilemedin on dakika sonra başka bir pis çocuk gelecek ve bize ya mendil satmaya çalışacak ya da aç olduğunu söyleyip üç beş kuruş bir şeyler koparmaya çalışacak bizlerden.”

“Diyelim ki senin dediğin gibi, bir başka çocuk gelmiş olsun ve bizden para almaya çalışsın, bunda da bir kötülük yok, paran varsa ve vermek istersen verirsin. Bu, tamamen senin hür iradenle ilgili bu durum, kimse seni herhangi bir şeye zorlamıyor. Ama bir çocuğu sırf pis diye, dilenci diye veya satıcı diye itip kakmak… Yani nasıl diyeyim, en hafif tabiriyle haksızlık!”

“Hayır efendim, bu haksızlık falan değil, onlara iyilik yapmaya çalışıyorum ben ama onlar bunu anlayamaz. Onlara üç beş kuruş para vermek, para karşılığı onlardan bir şeyler almak asıl kötülük. Bazen iyilikler kötülük gibi görünebilir, kötülükler de iyilik gibi görünebilir.”

Sarışın gencin bu sözlerinin üzerine, aynı anda bir koreografinin içinde, senkronize hareket ediyor gibi ikimiz de sarışına çevirdik bakışlarımızı.

“Birisine yardım etmenin kötülük olduğunu ilk kez senden duyuyorum. İşin garip yanı, bu söylediğinde son derece ciddisin. Ama ben yine de bunda kötü bir yan göremiyorum.”

“Bakmasını bilmiyorsun çünkü. Doğru açıdan bakmıyorsun.”

“Neymiş o doğru açı? İyiliğin veya kötülüğün sana göresi, bana göresi mi varmış?”

Tartışma esnasında dikkatimi çeken en önemli şey, iki arkadaşın da birbirine asla üstten bakmadığı, birinin diğerini asla küçümsemeden, doğal davranmalarıydı. Sanki bir futbol maçında yaşanan tartışmalı bir pozisyonu veya yolda şahit oldukları bir trafik kazası üzerine konuşuyormuş gibi doğallardı.

Sarışının bir süre sessiz kaldığını, cevap vermediğini gören esmer genç yeniden bir kafa hareketiyle cevap beklediğini belirtti arkadaşına.

“Anlatacağım şey, yani neden öyle davrandığımın cevabı seni yine tatmin etmeyebilir ama ne düşündüğümü, beni öyle davranmaya iten şeyin ne olduğunu sana söyleyeceğim. Az önce sana söylemiştim, bir çocuktan mendil alırsan peşinden bir başkası gelir diye.”

“Evet, hatırlıyorum.”

“Evet. Diyelim ona da para verdik veya ondan da bir şeyler satın aldık. Onun da peşinden bir çocuk veya yetişkin biri daha gelip bizden üç beş kuruş almanın derdine düşecek.”

“Bunlar böyle geçiniyor çünkü dostum! Tüm bunlarda kötü bir yan göremiyorum ve neden öyle davrandığını açıklamıyor tüm bu söylediklerin. Küçük bir çocuktu az önceki. Eğer ben, sen veya bir başkası ondan mendil almazsak kursağına lokma girmeyecek demektir. Belki evlerine para götüren tek kişi o. Belki bir babası yok ve annesi çalışamıyor. Belki kendisinden de ufak bir kardeşi var ve ona bakmakla yükümlü. Bu çocuğun, bu yaşta mendil satmasının veya dilenmesinin mutlaka bir sebebi var ve bu sebep her ne olursa olsun, ona bu şekilde davranmayı gerektirmez.”

“Off! Gerçekten anlamıyorsun! Gerçekten görmüyorsun! Bu çocukların ve bu yaptıklarının bir sonu yok, bunu anla lütfen ve bu çocukların hiçbirinin annesi hasta değil, hiçbirinin bakıma muhtaç kardeşi yok çünkü hepsi ya dileniyor ya mendil satıyor. Tüm bu çocuklar, az önce trende iteklediğim ve dışarıdaki yüzlercesi… hepsi… bu çocukların ve bunlardan daha büyükler, hepsi birlikteler. Bunları birileri kullanıyor, birileri çalıştırıyor ve bunları işlerine alet edip kendileri hiç çalışmadan hazıra konuyor. Sen bu çocukların pis olmalarının nedenini fakirlik mi zannediyorsun? Bu çocuklar temiz olsa, elbiseleri sağlam olsa, ayaklarında iyi kötü bir ayakkabı olsa kaç mendil satabilirler? Günde kaç kara kazanç elde ederler sence? Sen ve ben bu kılık ve tiplerimizle dilenelim bakalım, yüzümüze bakan olur mu? Ama üzerimiz yırtık, yüzümüz ve ellerimiz pislik içindeyken aynı şeyi yapalım bakalım insanlar aynı şekilde mi davranacak bize? O çocuğu neden öyle itekledim biliyor musun? Tüm bu çocuklar ve dilenen, mendil veya başka bir şey satan, kolay para kazanmaya çalışanlar… Hepsi makineleşmiş bunların, reflekslerini kaybetmiş. İçinde bulundukları durumu fark edemiyorlar, içlerinde fark edebilen birileri varsa bile sorgulamıyor, itiraz edemiyor, tepki gösteremiyorlar. Kolay ve çok fazla para kazanıyorlar, ancak bu paranın çok az bir kısmı kendilerine veriliyor. Bütün para kasada, yani bunları çalıştıranda toplanıyor. O da canı ne kadar isterse yani bu insanların çalışmaya mecbur kalacakları kadarını dağıtıyor. O çocuğu iteklememi sağlayan bu sinmişlikleri, bu içlerinin geçmişliği, bu itaatkarlıklarıydı. Neden az önce sana ‘iyilikler bazen kötülük gibi görünür, kötülükler ise iyilik gibi görünür’ dediğimi şimdi anlıyor musun? Bizlerin bu çocuklara, bu insanlara bir yararı dokunmaz, sadece çarkın dönmesine katkımız olur, o kadar…”

Sarışın genç tüm bunları aralıksız sıralamış, konuşması bitince soluksuz kalmıştı. Açıkçası böyle bir konuşma beklemiyordum. En az onun kadar ben de soluksuzdum o esnada. Kafamın içi pazar yeri gibiydi, her şey birbirine karışmıştı kafamın içinde. Bir aralık esmer gence baktım, dinlediği şeyleri kendi terazisinde tartıyor, kendi ölçüleriyle ölçüp biçiyordu o esnada. Birden trenin, ineceğim istasyona geldiğini gördüm ve hiç ses yapmadan, o ana dek olduğu gibi görünmez bir şekilde yerimden kalkıp inmek istiyordum. Yavaşça toparlandım, ayağa kalktım ve son derece sessiz bir şekilde bir iki adım attığımda duyduğum son sözler esmer gencin “yine de bir çocuğa böyle davranamazsın” sözleri oldu.

Trenden indiğimde ilk iş durup, başımı gökyüzüne çevirip derin bir nefes almak oldu. Hiçbir şey yapmadığım, sadece oturup etrafımda olup biteni izlememe ve dinlememe rağmen sanki istasyona koşarak gelmiş gibi hissediyordum kendimi. O derece tükenmiş gibiydim.

Birkaç nefes sonra kendimi toparladım ve hemen dibimde bir roman çocuğun yüzüme doğru uzattığı mendili gördüm…

1 0