Yılkı
Şahlandı. Yaşlanmış, yıpranmış, kenara itilmiş geçmişine bakmadan önce ayaklarını yere vurdu; sonra yükselerek göğümü kapladı. ‘Öfke, öfke insanı diri tutar.’ derlerdi ya da şu an ben söyledim; çünkü eskisinden de diriydi. Yabancıydı. İri gözlerini süsleyen kirpikleri, çocukluğumun kumdan kaleleri gibi gösterişliydi.
O kalelerin içine ruhumu nasıl sığdıramadıysam, bu kirpiklerin sınırlarına da ruhumu misafir ettiremiyordum. Öfkeliydi. Terk edilmişlik, öfkeyle sarılmış soluğundan buharlaşarak uzaklaşırken arkasını dönüp bacağını hafifçe sağa açtı. Biraz daha yaklaşırsam çiftesiyle sınanacağım aşikardı.
Her ne kadar ‘yapmaz’ desem de o, ardını döndüğü ruhuma ‘insan kullanır.’ dedi.
İnsan faydalanır, işini görür, nefsini köreltir, zenginlik gösterisine kenar süsü yapar ve sonra da bırakır ama her bırakılış özgürlük değildir; ben özgür kalmadım. Özgürlük değil bu, özgürlüğü hiç tatmamışlara sunulmuş, ‘cehennemden çıkma’ oyunu… Hayatta kalır mı? Hayatta kalır mıyım? Hayatta bırakırlar mı? Kurdun masasına meze olmasam da masasına meze etmeyi bilmeyen hâlimle açlığa dayanır mıyım?
Dayandın mı peki?
Kulaklarını dikti, derin derin soluyarak iri gözlerini minik bedenime dikti. Hâlâ buradayım. Evet hâlâ buradasın. Dayanabilmiş miyim peki?
Dayanmışsın. Hayır dayanamadım. Sırf yaşlandım diye sırtımdan indirilen ağırlıkların yerine, yalnız bırakılmanın yüklenmesine dayanamadım. Üzerimde ‘hayatta kalır mı ruleti’ oynanarak daha önce içine doğmama izin verilmeyen doğaya, işleri bitti diye salınmama dayanamadım.
Zordu. Babanın her sabah başımı okşayarak rüzgarla dansa çıktığı zamanların ansızın gidişine, annenin önüme koyduğu yemlerin, yerini hiç bilmediğim otlara terk edişine uzun süre alışamadım. Yanıma yanaşan sırtlanın bacağımda bıraktığı kırmızılığı ve diş izini görene kadar, ondan zarar gelebileceğini anlamadım.
Sonra değiştim. Eski bende kalan herkesi, toynaklarımın altına alıp kırgınlığımla harmanladım.
Eskiden bildiğim ne varsa unutup, yaklaşan her şeyi kötü bildim. Bakışlarımdan nefes alışıma kadar her şey değişti; adımı ‘vahşi’ koydular; ondan sonra rahatladım.
Uysalken üstüme yüklenen ne varsa, vahşileşince sırtıma yaklaşmaya bile cesaret edemedi. Gülerken solduran hayat, gülmeyi unutan sertliğime, hayatta kalma kapılarını sonuna kadar açtı. Kibir, masumiyete galip geldi. Kısacası yeniden ama farklı bir ruhla doğdum.
Keşke sizin de huzureviniz olsaydı? Neden? Belki o zaman bütün bunlara gerek kalmazdı. Sence iyi mi huzurevi? Orası da insan ırkının yılkı mezarlığı değil mi? Öyle mi dersin?
Doğuyorsun, büyüyorsun, çalışıyorsun, evleniyorsun, çocukların oluyor, daha çok çalışıp para kazanıyorsun ve o çocukları büyütüyorsun. Sonra o çocuklar büyürken sen yaşlanıyorsun. Onlar, senin kazandığın parayla alınan evlerde güle oynaya yaşarlarken sen, biraz daha yaşlanıyorsun ve yılkı zamanın geliyor. Emek verdiğin tüm düzen, emek istediğin vakit geldiğinde, seni yılkıya çıkarıyor; yani tıpkı benim gibi, daha önce hiç görmediğin, tanımadığın bir yaşam biçiminin içine terk ediliyorsun ve sonrası yine o ‘hayatta kalır mı ruleti…’