Bir gün...
Arıyordu... Gözüne tatlı tatlı vuran güneş ışıklarında, çimenlerde, ağaçların yapraklarında arıyordu. Gözlerinde hüzünlü bir ifade, ayaklarında kontrol edemediği bir hareketlilik, yüreğinde acımasız bir sızı. Kanı daha mı hızlı akıyordu ne? Aradığı bir şey vardı. Çocukların seslerinde, kadınların gülüşlerinde, şu gür sakallı adamın salladığı tespihte arıyordu. Göğe savrulan su tanelerinde, kuşların cıvıltılarında, sigaranın dumanında devamlı arıyordu.
Azıcık ötesine konan serçelere seslenmek, sormak istedi. Şu sapsarı saçları, pembe pembe yanaklarıyla koşuşturan kız çocuğuna sormak istedi. Serçeler cıvıldayarak etrafında dönüyordu. Bir şeyler mi anlatıyorlardı? Sağa sola dans eder gibi sallanan yapraklar bir şeyler mi anlatıyordu? Rüzgâr mı fısıldıyordu kulağına? Tombul yanaklı oğlan çocuğu mu anlatıyordu aradığı şeyi çocukçaya mahsus kelimelerle?
Düşünceleri; seslerin, silüetlerin arasında kaybolmuştu. Arıyordu. Bulamadıkça kayboluyordu. Sonra, kaybolmak hissi hoşuna gitmeye başladı. O zaman aramak isteği daha da çoğaldı. İçinde, ta derinlerde biri vardı. Bir taşın üzerine oturmuştu. Ona sormak istedi. Ama bulmak... Bulmak istemedi. Uzaklaştı sonra, kaçarcasına uzaklaştı. Dağlar geçti, ırmaklar aştı. Uzaklaştıkça içini bir ur gibi saran huzursuzluktan sıyrıldı. Elinde gezinmeye başlayan karınca onu gayb aleminden çekti aldı. Ardından bir sigara daha yaktı zevkle.
Bir başka gün...
Bir hayal gibi yürüyordu insanların yanından. Gülhane Parkı’na girmiş Sarayburnu tarafından usul usul süzülüyordu aralarından. İnsanların kendini görmediğini, hakikat dünyasından sıyrıldığını hissediyordu. Yürüdü, yürüdü, Saray’ın surlarına yakın konumlanan bir bankta oturdu. Sevgililer gülüşüyor, kuşlar bildikleri en güzel aşk şarkılarını söylüyordu. Çocuklar cıvıl cıvıl kıyafetlerini giymiş çiçeklerle yarışıyordu.
Belki de dedi birden... Hakikat buydu aslında. Görünenin ötesindeydi. Belki aynaların ardındaydı sır diye yine başladı arama serüvenine. Sahi, neydi hakikat? Birkaç kez sordu bu soruyu bir akşamüstü Gülhane Parkı’nda. O sırada, kuşların nağmeleri vapur düdükleriyle karışıyor, bir kedi oradan oraya zıplıyordu. Yaşlı bir adam, ağır aksak gelip oturdu bir banka. Gözlerini kapattı. Dinlemeye başladı sesleri. Kuşların cıvıltısı, vapurların düdükleri, kedilerin miyavlaması, insanların konuştukları, sevgililerin gülüştükleri, çocukların çığlıkları, rüzgarların uğultusu muydu hakikat, yoksa hepsinin birlikte oluşturduğu şiir miydi hakikat?
Gözle gördüğümüz, elle tuttuğumuz şeyler mi hakikat, yoksa yüreğimizde olanlarda mı saklı hakikat?
Sahi neydi hakikat?
Yürümeye devam etti sonra. Çizgili gömleğinin üstüne yeleğini giymiş bembeyaz saçlı adamı, diğer bankta el ele oturan sevgilileri geride bıraktı. Bir kadın oturuyordu tek başına, bir noktaya odaklanmıştı. Ne düşünüyordur acaba diye çokça meraklandı ancak onu da geride bıraktı. Ne düşündüğünü bilmek istemiyordu kadının. Sorunun kendisiydi onu cezbeden.
Akşam hakimiyetini giderek güçlendiriyordu. Güneşin görevini lambalar üstleniyordu artık. İnsanlar çekiliyordu eteklerinden Saray’ın surlarının.