Kış
“Anneciğim üşüyorum! Üstümü ört n’olur, üşüyorum!” dedi…
Büyük teyzem Hikmet, örgü battaniyeyi, babasını incitmeden omuzlarından ayak ucuna değin örttü. Yatağın içinde kaybolmuş gibiydi; dedemin nasıl da ufacık kaldığını düşündüm. Kemikli yüzü iyice belirginleşmiş, dişsiz ağzından dolayı yanaklarında derin çukurlar oluşmuştu. Yeni tıraş edildiği güneşte yanmış kadar kırmızılaşan teninden anlaşılıyordu. Teyzem parmak uçlarıyla dedemin yüzünü okşayıp uykuya dalmasını bekledi.
Teyzem, sadece benim işitebileceğim bir tonda “Hadi aşağı odaya geçelim” dedi. Omuzları düşük, adımları normalde olduğundan daha yavaştı. Ona ayak uydurdum. Alt kattaki kalabalığa karışmak istemiyordum. Sanki geniş ailemiz ne kadar büyürse o kadar çok ayrışıyorduk…
Merdivenin son basamağına gelince “Bahçeye çıkıp bir süre elma ağaçlarına bakacağım” dedim. Elmaların kokusu masalsı bir aromayla kaplıymış gibi beni kendine çekiyordu.
Omzuma hafifçe dokunarak “Yemeği hep beraber yiyelim, fazla durma” dedi. Hikmet teyzemi başımla onayladım.
Çıktım. Geniş bahçenin tam ortasına dikildim. Seyre daldım. Olgunlaşmaya yüz tutmuş kuşburnu dalları, sonbahar esintisiyle uysal uysal dans ediyordu. Göç etme zamanının geldiğini sezen leylekler, yuvalarından ayrılıyordu. Yakındaki birçok haneden yemek kokuları yükseliyordu. Düşündüm. Hanelerin bazılarının, dışında hal nasılsa içlerinde de vaziyet aynıydı. Dedem gibiler için ise mevsim artık sadece kıştı; karsız bir soğuğu, karanlık, buğulu pencerelerle çevrili ve yalnız sokakları olan…
Evin içinden tabak çanak sesleri gelmeye başladı, pencerenin ardından bakınca her şey ne kadar da uyumlu görünüyordu. Yaklaştıkça yengemin tencere kapaklarını tek tek açıp yüzünü buruşturduğunu ve eline bir çatal bile almadan masanın en uzak köşesine oturduğunu gördüm. Teyzemlerin yüzlerinden yorgunluk akıyordu; ifadeleri artık biçimsiz bir hal almıştı.
İçeriye girmek üzereydim. Sefer dedemden bir inilti, ardından da seçilebilir birkaç kelime duyuldu “Bırakın, bırakın beni..!”
Öyle acıyla bağırıyordu ki; en umursamaz huylu görünen kuzenim Hülya dâhil yatak odasına doluştuk, dedemin iki yanında, minicik elleriyle büyük dedelerini yattığı yerden doğrultmaya çalışan ikizleri gördük. Herkesin başlarında toplanmış olduğu görünce dedemin ellerinden, ellerini usulca çektiler. İkisi bir ağızdan sordular “Dedenin bu gün doğum günüymüş, Umay ablam, dedi. Mum üflemeyecek mi?”
“Dede, mum üflemeyi sevmiyor, bugün biraz da yorgun. Hadi biz çıkalım da azıcık dinlensin” dedi, teyzem Hikmet. Umay’a ‘Bunu sonra konuşacağız!’ bakışını atıverdi. Dedem sakinleşene dek bekledi. Sonra odada ben, teyzem ve dedem yalnız kaldık. Teyzemin yüzünün yalnızca yarısında beliren hafif eğri bir gülümseme vardı. Bana dönmeden anlatmaya başladı “Biliyor musun deden ‘Ben yüz beşime kadar yaşayacağım!’ demişti. Sonra ona gülerek ‘Söz baba kendi ellerimle pastanı yapacağım ama yüz beş tane mumu unut!’ demiştim,” dedi.
Aşağıya doğru ucu sarkan battaniyeyi düzeltirken “Keşke tek unuttuğun şey mumlar olsaydı baba.” diye içinden sessizce geçirdiğini hissedebiliyordum. Düşüncelerine dokunabildiğimi hissettiğim anlar olurdu bazen; onlardan yalnızca biriydi bu.
Bir bebeği beşiğine bıraktıktan sonra nasıl ‘çıt’ bile çıkarılmazsa aşağı kata yemek yemeye, kendi nefesimizi bile duymadan indik. Sedat abim ve eşi az önce ikizlerini tek tek kucaklarına alarak -iki küçüğü ikna etmek biraz zor oldu- inmişlerdi tabii.
Gece, bütün ağırlığıyla evlerin çatısına çöktüğü vakit, en uzaktan gelenler evden ilk ayrılanlar oldu. Dedemin yanında da yalnızca teyzemle annem ve iki torunu kaldı. Biri bendim.
Bu ahşap, ata evine sık sık gelirdim fakat bu gece ilk kez yatıya kalacaktım, belki biraz eğlenceli de olacaktı kuzenimle yün döşeklerde yatmak. O bulaşıklarla ilgilenirken, “Ben de yatakları yapayım o halde he!” dedim. Elli yıldan daha uzun ömrü olmasına rağmen hâlâ ayakta olan ve sağlam duruşuyla beni bekleyen gardıroptan bir çift kişilik çarşaf, iki de yastık kılıfı almıştım ki… Yün battaniyelerin katlanıp da kaldırıldığı tarafa elimi attığımda elimi bir şey kesti; ince, beyaz ve biraz da eskimiş bir kâğıdın keskin kenarı değmişti tenime, sol elimin işaret parmağında sızlayan ama dışarıdan belli olmayan bir yara açmıştı.
Kimsenin beni görmediğini umarak herkesin evin farklı bir yerinde işi vardı zaten bir yandan acıyan parmağımı emmeye koyuldum diğer yandan da kalp atışlarımın hızlandığını duyarken mektup zarfı olduğuna kanaat getirdiğim kâğıdı yırtmadan sıkıştığı yerden kurtarmaya çalıştım. Ona çok nazik davranmıştım, yazılmasının üzerinden düşündüğüme göre yarım asırdan fazla zaman geçmişti. Kâğıdın dokusunu, rengini ve kokusunu göz önüne alarak aşağı yukarı kendime göre bir hesap yapmıştım.
Zorlamama gerek kalmayacak şekilde zarf neredeyse kendiliğinden açıldı. Görülme ihtimalime karşı çocukken saklambaç oynadığımızda saklandığım, halıların istiflendiği köşeye kendimi attım.
12.09.1956
Canım Bal Kızım,
Doğumunuzu iple çektim. Anneniz kadar korkmuş muyumdur, bilmiyorum. Ama çocukken çok korkmuştum. Bir zamanlar annem kardeşimi doğuruyor diye çok mutluydum. Kız ya da erkek olması hiç umurumda değildi. Annem babamı, babam da annemi öyle güzel severdi ki; bütün olmanın ne demek olduğunu onlardan öğrendim. Sanki, dağların tepelerine serpiştirilmiş bu ahşap evlerin içerisindeki en hakiki aile bizimkiydi.
Babam öğretmen olarak bu Karadeniz köyüne atanmıştı, hatırlıyorum. Zaten köklerinin bir tarafının buraya dayandığını söylerdi hep. Ben de çok sevmiştim buraları, hiç gitmek istemedim.
Babam da öyle… Ama onun nedeni farklıydı. Her şeyini bu topraklarda yalnız bırakamazdı. Annem ve kardeşimi…
Kardeşim bir ebenin yardımı ile evde doğmuştu; pembe yanaklı toparlakça bir kız bebekti. Galiba annem onu dünyaya getirirken çok yorulmuştu, hemen uykuya dalmıştı. Kardeşim ise acıktığından ağlayıp duruyordu ya da başka bir sebepten, bilmiyorum. Ama bilmediğim bir şey daha vardı. Sabah olduğunda ne kardeşim ne de annem hayattaydı. Oysa onları son gördüğümde çok güzellerdi.
Sen de o kadar güzelsin ki birtaneciğim… Çok da merhametlisin, bunu şimdiden anlayabiliyorum. İkizin olan erkek kardeşinin elini daha annenizin kucağına tutuşturulduğunuz anda öyle güçlü kavradın ki… Yürümeyi öğrendiğinde kardeşinin de eline yapışıp onunla beraber yürümek istedin. Kardeşliğin ne demek olduğunu hep merak etmiştim. Sizinle gördüm. Babam da gördü. Ama sadece gördü; daha kırk yaşında bile yokken hafızasına bir şeyler oldu, en sonunda da anlamsızlaşan kelimeler kurmaya başladı. Doktor ilk defa duyduğum bir hastalığın, yıllar önce babamda başladığını söylediğinde artık çok geç olduğunu da söyledi.
Deden sana bakıp bakıp hep ‘kızım’ dedi. Vakti gelip de göçene kadar ağzından başka kelime de duymadım. Bir gün onun gibi her şeyi unuturum diye çok korkuyorum. Ya size de bir şey olursa diye de… Sana ‘kızım’ dediğim her seferinde boğazım düğümleniyor artık. Bu mektubu da sana bu yüzden yazdım. Bir gün bu kelime ağzımdan dökülmez olursa, bana taşıması ağır gelmeye başladığındandır.
Bir gün yazdıklarım eline geçtiğinde umarım vakit çok geç olmamış olur.
Baban Sefer
Ürkmüş ve şaşırmış bir halde mektubu, teyzemin kıyafetlerini katlayıp kaldırdığı rafa gizledim. Daha önce açıldığı belli olmuyordu. Sanırım gözyaşlarımı da sadece pantolonuma akıtmıştım.
Teyzem dedemin odasındaydı. Kendi kendine bir şeyler mırıldandığını duydum. Biraz da öfkeli bir ses tonuyla “Ne olurdu baba bir kez daha ‘kızım’ deseydin.”
Anne olmamış bir kadındı teyzem. Bunu seçti mi, başka bir sebebi mi var hiçbir zaman öğrenemedim. Ama ona ‘anne’ kelimesini söyleyen muhtaç bir varlık vardı. Ve o varlıkta ‘kızım’ kelimesini son bir kez daha duymak isteyen -teyzem- bir çocuk.
SON