Öykü - Kırık Tabak - Elif Akpolat

Öykü - Kırık Tabak - Elif Akpolat

Çalıştığı evden çaldığı tabağı evirip çeviriyor, ona baktıkça yüreğini bir huzursuzluk ve ürperti yokluyordu. Elindekinin bin sekiz yüzlü yıllara ait İngiliz malı özel bir üretim olduğunu sezmiş gibi tedirgindi. İncecik bir zar gibi duran porselen tabağın çivit mavisi kök boyası ile boyanmış desenlerine baktıkça ‘Allah affetsin’ diyerek iç geçirerek tövbeler ediyordu. Bu defa da bunu görmezlikten gelip haline acısın. Bir daha çalmayacak! Hem o, neleri neleri görmezden geliyordu, onca şeyin yanında bunun esamesi okunur muydu hiç… Camiden su çekeceğim diye çeşmeye inen Serpil karısının üzerine neredeyse her akşam kocası tenhada çöküyordu. Bunu o görüyor, bir günden bir güne deyyusun beline zeval vermiyor, Serpil karısının müstahakkını vermiyordu. Hatçe götünü yerden kaldıramayan kocasının arkadaşlarla buluşacağım, hava alacağım diyerek çekip gitmelerinden işkillenmiş bir gün düşmüştü peşine. Bir de ne görsün! Aman Yarabbi! İki gecekondu ileride Serpil karısıyla alt alta üst üste! Görür görmez yerden koca bir taş almasını bilmişti almasına ya, kendi gibi seyirde olan Serpil karısının kocasının da erketede onları dikizlediğini görünce düşüvermişti elindeki. Kolunun bacağının dermanı kesilmişti oracıkta. Sessizce izlemişti olanları. Nasıl da biniyorlardı birbirlerinin üstüne. Hayvan gibi hırıltılar çıkarıyorlar, gözleri kimseyi görmüyordu. Hatçe, en çok, boynuz yiyen Osman’ı izlemişti o anlarda. Nasıl da basireti bağlanmıştı yarabbi!  Zebella gibi adam sümüklü böcek gibi yere sünmüş olanları bir yandan izliyor bir yandan eli çükünde kan ter içinde kalmıştı. Hatçe gördüklerini hatırlayınca elindeki tabağı tezgâha hemen bırakmış ellerini göğe açıp; hey yüce rabbim o adı batasıcanın çoluk çocuğu için koruyup saklıyorsan etme, veriver cezasını! Ben bakarım yavrularıma, diyerek ilendi ama bu durumun tek iyi yanı; kocası, o kadına tebelleş olduğundan beri Hatçe‘nin yakasından düşmüş, zavallı kadının hastalığı iyileşmiş biraz da olsa geceleri rahat yüzü görmüştü.

Adı yere batasıca öksürük nöbetleriyle uyandı. Hatçe, bir yandan “ciğerlerin eline gele, o ciğerlerine yapışan çocukların rızkıdır” diyerek söyleniyor bir yandan da kahvaltı hazırlığını yapıyordu. Odadan gelen sesler artmıştı. Tek göz evde kalk borusunu duyan zavallı çocuklar korkuyla ayaklanmışlardı. Çocuklarından hangisine yansa bilemiyordu. Hepsi doğru düzgün beslenemediklerinden güdük kalmışlardı. Oğlu Hasan geceleri korkusundan uyuyamıyor, uykuya daldığı anlarda da çığlıklar atarak kalkıyordu. Çocuğun karnı gibi gözleri de içine çökmüştü. Evde geceleri gezen hamamböceklerine karşı duyduğu korku ve tiksinti onu derbeder etmişti. Korkusunu gören babası, ‘erkek adam hiç böcekten korkar mı?’ diyerek kendi meşrebince telkinlerde bulunmuş, işe yaramayınca çareyi oğlanı her ağladığında dövmekte bulmuştu. Nihayetinde pedagojinin içinden geçerek çocuğu yanına oturtmuş, avucuna yakaladığı ölü hamamböceklerinden koymuştu. İşte o günden beridir Hasan gündüzleri hiç konuşmayan, geceleri ise çığlıklar atan meczuba dönmüştü. Hasan’ın attığı çığlıklar yüzünden geceleri bir hırgürdür alıp başını gidiyor, diğerlerinin de uykuları karabasana dönüyordu. Uyanmalarının nedeni Hasan olsa da gece uykusundan uyanan adam evdeki öfkeyle herkesin gırtlağına biniyordu.

Akşam pazarından aldığı içi kof, lastik gibi esnemiş salatalıkları doğradı. İçi geçmiş, adeta yerden sıyırarak topladığı domatesleri tüpün üzerindeki artık isten simsiyah olmuş kabın içine döktü. Son gittiği evden aldığı peçeteye sarıp aziz bir hatıra gibi sakladığı zeytinleri çıkardı. Sayıyor tamı tamına on iki tane. Herkes iki tane yese, iki tane de fazla kalacaktı. Bu defa itiş kakış olmayacak hepsini tek seferde yutamayacaktı adı batasıca. Ama çare tamamdı. Çaldığı tabaklar bugüneydi. Herkese hakça bölüştürecek, kimse aç kalkmayacaktı sofradan. Bu afili lafı gecekondu mahallesindeki bürodan öğrenmişti. Özgür ve eşit bir dünya kuracağız diyorlardı. En güzel şiirlerden, sevda türkülerinden öte bir laftı duyduğu. Hatçe oraya gidip geldikçe, insanları tanıdıkça buna olan inancı artıyordu. Buradaki kadınlar farklıydı. Yüksek sesle konuşuyor, gülebiliyor iş dışında da evlerinden dışarı çıkabiliyor, mahallenin sorunlarına kafa yoruyor, her yıkım söylentisi olduğunda sabahlara kadar nöbet tutup gündüzleri bildiri bile dağıtıyorlardı. En güzeli, bu kadınlar dağıttıkları bildirileri okuyabiliyorlardı. Birçoğu okuma yazma kursları sayesinde yazıyı da sökmüşler bildiri dışında bürodaki kitapları dahi okuyabiliyordu. Hatçe, bir gün memleketlisi olan bürodaki bir kadının kocasının evde çocuklara baktığını öğrenince hiç bilmediği özgürlük ve eşitlik denen şeye inancının arttığını hissetmişti. Ruhu kanatlanmış göğe yükselmişti adeta. Böylesi güzel şeyler bu köhnemiş mahallede, sefaletin hüküm sürdüğü bu yerde filiz verebilir miydi? O gün karar vermişti, daha sık gidip gelecekti. Bura onun için cehennemden cennete geçtiği sırat köprüsüydü. Köprüyü aşacaktı! Kararlıydı. Gidip geldikçe yeni bir sürü insan tanımıştı. Yıllardır hissettiği ailesini geride bırakmış olmanın yoksunluğundan ve yalnızlığından kurtulmuştu. Dayanışmanın gücü diyorlardı buna. Büro her gün açık olurdu. Başı ne zaman dara düşse orasının var olduğunu ve hep açık olduğunu bilmek Hatçe’ye iyi gelirdi. Okumuş, temiz yüzlü çocuklardı orada olanlar. Üniversitede okuyup artan vakitlerde bu gecekondu mahallesindeki insanlara destek oluyorlardı. Hatçe bu çocukların zaman zaman vatan haini, terörist ilan edildiğini duymuştu şaşarak. Bunca özveriyi, insana olan nezaketi, değeri bilen bunu her şeyin üzerinde tutan, dillerinden hiç düşürmeyen bu çocuklara hiç böyle şeyler denir miydi? Hele bir kız vardı, adı Zeyno. Hatçe hastalandığında derdini şak deyip anlamış onu bu dayanışma içinde olan kadın doktoruna götürmüştü. Hatçe’nin derdi büyüktü. Doğum dışında bacaklarını helalinin dışında ayırmak kolay şey miydi?  Günlerce düşünmüş, vazgeçmiş ancak apış arasındaki yanma ve ağrı galip gelince ıkına sıkına Zeyno’yla doktora gitmişti. Hastalığının nedenini öğrenince içinde zapt etmesi zor bir öfke peyda olmuştu. Cinsel yolla geçen bir mikroptan muzdaripsin, demişti doktor. Reçeteyi yazarken sadece bununla olmaz kocanla da konuşmalıyım demişti. Hatçe, o gün kocanı da getir diye tutturan doktorun elinden zorlukla kurtarmıştı kendisini. Bu mümkün müydü? Böyle bir şeyi rüyasında görse hayra yormazdı.  Ama bir gün dayanamayıp lafı dağdan aşırıp konuyu açmıştı bu yolsuza. Bir güzel dayağını yemiş, artık büroya ayak basmaması için türlü türlü tehditler işitmişti. Ama Hatçe vazgeçmemiş, gizli gizli gidip gelmeyi sürdürmüştü. Ancak bu durum uzun süre devam edememiş adam karısının hala gidip geldiğini öğrenince basmıştı şamarı. Saçlarından sürüye sürüye getirmişti eve. İşte o vakit evde ne var ne yoksa kırıp dökmüştü. Zavallı kadının ne camdan vitrinleri ne kristal avizeleri ne Çin işi vazoları vardı elbet. Kırılanlar birkaç tabak çanaktan başka bir şey değildi. İşte o günden sonra evdeki açlık çocuklar ve Hatçe için derinleşmiş, hayatta kalma mücadelesi artmıştı.  Bir tencereden pişen yemeğe topluca oturdukları sofrada kaşık sallamak için oturuyorlar her gün sofradan aç kalkıyorlardı artık. Gün görmeyesice izbandut gibi bedeniyle yere bağdaş kuruyor, kollarını bir yengeç gibi açıp tencere saldırıyordu. Zavallı çocuklar babalarını geçip bir lokma yemek almaya korkuyorlardı. Ancak yemeğin suyuna bolca ekmek bandırıp yemek düşüyordu çocukların payına. Bu pay Hatçe’nin her gece uykularını kaçırıyordu. Kendisi bu dünyanın ona reva gördüğü paya razı gelse de çocukları için kabullenemiyordu. Çocukları açlık çeksin, bu devran böyle sürüp gitsin istemiyordu. Büroya da gidemiyordu artık. Tam da böylesi bir durumda gitmesi gerektiğini seziyordu oysa. Direnmeliydi! Hatçe’nin o gün tokadı onca insanın içinde yemesi iyi olmamıştı. Evde beterini gören Hatçe bunu gururuna yedirememiş utancından bir daha büronun önünden geçememişti. Onu soranlara türlü bahaneler uydurmuş ama orada olanları hep uzaktan izlemişti. Hele 8 Mart’ta bir şamata olmuştu ki Hatçe’nin yüreği erimişti oturduğu yerden. Halaylar çekilmiş, zılgıt sesleri kadının kulaklarını çınlatmıştı. Ah gidebilseydi, okuma yazma bile öğrenecekti. Buralara geldiklerinde Türkçe bile bilmeyen kadın kısa sürede Türkçeyi söküvermemiş miydi? Yol iz öğrenip mahalleden çıkıp zengin muhitlerinde çalışmaya bile başlamıştı. Daha neler yapardı ama kör olasıca önüne koca bir kaya gibi dikilmeseydi. Hatçe ne geri dönebiliyor ne de o taşı aşabiliyordu.

 

İşte, hal böyleyken böyleydi.

Terekten tabakları alarak tek tek tezgâha dizdi. Fayansları kırık tezgâhta yer kalmayınca, gri betondan zemine koydu fazlalıkları. Duraksadı, uzun uzun baktı dizdiklerine. Boşuna girmemişti bunca günaha. Bu perşembe orucunu tutacak tövbe edecek af dileyecekti yaradandan. O bilse de Hatçe’nin niye çaldığını yine de tutacaktı orucunu. Hem olanları bilip hak vermese onu korur muydu hiç? Ev sahipleri tabakların eksildiğini, takımlarının bozulduğunu fark edince tabaklarının peşine düşüyorlar düşmesine ama onun yüzündeki utancı beceriksizliğine yorup bir daha kırma deyip konuyu kapatıyorlarsa bu onun hikmetiydi. Yoksa o kadınlar affeder mi böylesi bir beceriksizliği. Hem bu son tabağın eksikliği de hissedilmezdi. Alındığı duvarda koca bir beyaz yuvarlak bir iz bırakıvermişti sadece. Takımın da bir parçası değildi. Odanın tozlu, karanlık bir odasında duvara asıvermişlerdi. Duvarda duracağına bir işe yarayacaktı bu evde. Tabağın yeri sofraydı.

Hepsine ikişer ikişer pay etti zeytinleri. Fazla kalan iki taneyi de gün görmeyesicenin tabağına koydu. Peyniri çıkardı dolaptan. Çalıştığı evdeki kadın kokmuş bu peynir, atıver demişti. Haklıydı. Daha peyniri tabağa koymadan keskin, acı, tiksinç kokusu burnuna geldi. Kalıbın yarısını kocasının pembe çiçekli olan tabağına koydu. Geçen bir yerlerde duymuştu. Süt ürünlerine dikkat etmezseniz zehirlenirsiniz diyordu. Dikkat etmek lazımdı tabi. Çocuklarını uyarmıştı bu yüzden peynire dokunmayın, babanız rakının yanına katık edecek diye. Kof salatalıkları da bölüştürdü. İkişer tane yetti yetmedi. Ah bir yumurta olsaydı diye geçirdi içinden. Ama yumurta çalınmıyordu, taşınması tehlikeliydi ama bir yolunu bulacaktı. Yumurta lazımdı çocuklarına. Gittiği evlerde dolup taşan tabakları düşündü. Bıçağın ucuyla sıyırıp çöpe attığı yemekleri. Maydanozlu olduğu için ağlayarak, tepinerek omletini yemeği reddeden, ağlayan çocuğun gözyaşlarını. Derin bir iç çekti. Tabakları nasıl da boş kalmıştı. Aynı kaptan yerken ne çok görünürdü oysa.

Domateslere su ekledi. Ekledi ki çoğalsın. İçerden gelen sabırsız homurdanma sesleri artmıştı. Kızı Zarife koştu içerden ahşap honçayı yere serdiği yaygıyı korkuyla karışık bir telaşla alıp kayboldu gözden. Domatesler olmuştu, onları da tabaklara pay etti. Kendi yemese de olurdu, çocukları serpilmeliydi. Bakır sini de gitti. Edilen tüm küfürlere rağmen keyifle tabakları odaya taşıdı. Sofranın baş köşesinde bağdaş kurmuş kocası tabakları ve kadının gururla karışık neşesini, başı dik gelişini görünce öfkesi şaşkınlığa dönüştü. Bir yandan korkuyor bir yandan soğukkanlı kalmaya çalışıyordu. Ama adam Hatçe’yi ikinci kez tepsiyi tabaklarla dolu getirdiğini görünce, oturduğu yerden kadının sırtına bir yumruk savurdu. Hatçe ve tabaklar odanın içine savruldu. Zeytinler, salatalıklar, pişmiş domates suyu etrafa saçılmıştı. Hangisine yanacağını bilemeyen kadın bastı feryadı. Hanife ve Zarife sofranın başında donakalmış, oğul Hasan kaçmış, dizlerini kolları arasında sıkıştırmış duvar dibine tünemişti.

“Eski köye yeni adet! Lingo lingo şişeler…! Gittiğin evlerde öğrendin bunları değil mi aşüfte. Altı üstü iki lokma ekmek getirecek, tabak taşıya taşıya bizi açlıktan gebertti!” dedi, elindeki çatalı sallayarak. Gözleri Hatçe’de ayağıyla kızı Halime’yi dürterek,

“Kalk kız! Ekmek getir, anan olacak karı onu koyacak tabak bulamadığından getirmedi zaar.”

Hatçe, içi boşalmış bir çuval gibi yığılmıştı savrulduğu köşeye. Geberesice, çocukların rızkına sebep olmuş, kalanları da silip süpürüyordu. Sessizce, ne yapacağını bilemez halde avucunda kırık tabak parçası oturuyordu. Duvar dibinde sallanan oğlundaydı gözleri. Hasan korkmuş, yiyemediği köşeye savrulan zeytinlere bakıyor, gözyaşları akıtıyordu sessizce. Omlet yemek istemeyen kızınki gibi arsız ve pervasız değildi onun yanağından süzülenler. Hatçe’nin yüreği dağlanıyordu. Başını eğerek tabak parçasına bakıyordu bir umar bekleyen gözlerle. Adeta kılıca benzeyen çiçek dalı kalmıştı elindekinde. Hatçe, kırık tabak parçasını eliyle hınçla sıkıyordu. Kanı çivit mavisine karışmıştı. Yarım olan resim tamamlanmıştı. Yarım kalan iş tamamlanmalıydı. Elindeki artık kılıçtan ziyade zülfikardı ve o yiğidin kamçısı şimdi deyyusun şah damarında şaklayacaktı...

 

ELİF AKPOLAT

0