Kadim Aşk 2.Kısım
Ülgen ile yan yana Eski Mardin’in sokaklarında kalabalığa karıştık. Son altı ay içerisinde kurduğumu düşündüğüm dünya tuzla buz olmuş, kendim için doğru kararları almaya çalışırken yürüdüğüm sokaklar ve bu macera beni korkutmak yerine daha da cesaretli yapmıştı. Ülgen bir elinde anneannemin ona hitaben yazdığı “Kadim Aşk” adlı kitabını tutuyor, diğer eliyle de sırtıma hafifçe dokunarak gideceğim yön konusunda rehberlik ediyordu.
Artık Eski Mardin’in üst sokaklarına gelmiştik. Bölgenin kendine has o sarı taş kemerli yapılarının altından geçerek yürümeye devam ediyorduk. Hiç konuşmamıştık, ikimiz de kendi zaman akışında geçmişe gitmişti. Ülgen birden durdu ve sırt çantasından oymaları olan bakır bir anahtar çıkardı. Önünde durduğumuz kapı ise büyüleyiciydi. Üstünde tavus kuşu ve güneş figürü vardı. Elle oyuldukları belli oluyordu. Kapının iki kulpu vardı, birisi sağda birisi solda ve ikisinin de başı bakır idi. Ülgen anahtarı çevirdiğinde kapı kendisine has bir sesle yavaşça gıcırdayarak açıldı. Ülgen biraz geri çekilerek önce benim girmem için yolu açtı. Ben ise gördüğüm manzara karşısında şaşırmıştım. Loş bir koridor ya da oda beklerken beni bir avlu ve avlunun tam orasında buran zeytin ve defne ağacı karşıladı. Şaşkınlıkla evin avlusuna girerken Ülgen “Mardin’in yöresel evlerinde mutlaka avlu olur. Odalar o avlunun çevresindedir. Genellikle mutfak ve misafir odaları alt katta ve yatak odaları üst kattadır.” dedi. Bu sefer ben geri çekildim ve onun bana yolu göstermesini bekledim. Ülgen ise doğruca mutfağa girdi. Sırt çantasını kapının kenarına bırakarak eline cezveyi aldı ve “Süryani Kahvesi” dedi. Ben ise kafam karışık bir halde “Kapıda tavus kuşu ve güneş var. Sen Ezidi değil misin?” dedim. Güldü ve anneannen seni iyi yetiştirmiş ufaklık, dedi. Sonra devam etti “bizler burada Süryani’si, Ezidi’si, Arap’ı, Kürt’ü ve Türk’ü bir arada yaşıyoruz. Mardin’deki bu hoşgörü ve kültür zenginliği de buradan gelir.”
Mutfak öyle bildiğiniz mutfaklar gibi değildi. Mutfağın küçük duvarında büyük taş bir şömine vardı. Yanında ise taştan bir bölmede odunlar duruyordu. Tüm dolaplar ahşap ve çoğu yeşil telli kapaklara sahipti. Tabakların olduğu raf ise ince Mdf’dendi ve kapağı yoktu. Bardaklar da aynı şekilde açık raflarda dizili idi. Tencereler ise taş gözlerin birisinde boy sırasına göre dizilmişti. Yüz yıllık bu mutfağa günümüzden gelen tek şey mutfak tezgâhı idi. O da taştan ve bakır musluk ile bu ahenge uyum sağlıyordu. Mutfağın tam ortasında ise en az kırk yıllık ceviz ağacından altı kişilik bir masa ve oymaları ile insanı büyüleyen sandalyeler vardı. Kim bilir bu mutfak ne güzel anlar yaşamıştır ne sıcak sohbetlere şahit olmuştur diye düşünürken Ülgen “Kahveler hazır” dedi ve ahşap bir tepsiye kahveleri de ekledikten sonra “rica etsem sırt çantamı alır mısın?” diyerek, mutfaktan çıktı. Şimdi avluya bakan taş merdivenlerden üst kata çıkıyorduk.
Merdivenin korkulukları anneannemin anlattığı gibi güneş ve çınar yaprağı motifleri ile süslüydü. Bu taş evin her detayına titizlikle bakılmıştı. Ülgen merdivenleri çıkınca soldaki ilk kapıyı açtı ve içeri girdik. Oda dikdörtgendi ve her duvara dayanmış üstü beyaz etaminlerle işli örtülerle süslenmiş ot sedirlerle çevrelenmişti. Bu büyük odada iki taş şömine bulunmaktaydı. Şöminelerin biri üstünde ay ve güneş diğeriyse yaşam ağacı ve tavus kuşu motifleri ile odaya mistik bir hava katıyordu. İki duvarda raf amacıyla kullanılsın diye taştan küçük bölmeler vardı. O rafları incelerken bir anda dondum kaldım çünkü anneannemin bahsettiği o seramik fincan orada duruyordu. Yanında da söylediği o büyükten küçüğe üst üste sıralı duran kalp şeklindeki seramik figürler vardı. İstemeden onların durduğu rafa ilerledim, bu iki eşyanın yanında bir de kurutulmuş çiçekler olmalıydı. Gerçekten de fincanın sol tarafındaki boşluğa özenle yerleştirilmişti o kuru çiçekler. Yani anneannem gitse de Ülgen için hiçbir şey değişmemişti. Anneannemi bu kadar üzen bu objeler hâlâ yerli yerinde ve aradan on beş yıl geçse de ilk günkü gibi duruyorlardı. Anneannemin geldiği ve özellikle gezdiği yerlere rehberlik yapmasını istediğim bu adama karşı sinirlerimin gerildiğini, burada bulunmamın ise bir hata olduğu düşünmeye başladım. Evet gitmeliydim, elimdeki sırt çantasını rafların önünde duran sedire bırakıp kapıya doğru yönelmiştim ki Ülgen seslendi. “Umay lütfen! gel konuşalım.” dedi. Kafamı çevirdiğimde onun bana çok yakın bir mesafede durduğunu ve beni izlediğini anlamıştım. Bunlar o objeler, diyerek hırsla yüzümü Ülgen’e döndüm. Ülgen ise şaşkın bir şekilde bana bakarak, “Onlar benim geçmişim” dedi. Güldüm, derin bir nefes alarak sonra konuşalım, dedim ve salondan açtığı kapıya yürüdüm. Kapıdan içeri girince gözüm uçsuz bucaksız Mezopotamya toprakları ile buluştu. Ova sanki ayaklarımın altındaydı. Kapı geniş bir balkona açılmıştı, burada bir asma çardağı ve tam altında altı kişilik ahşap bir masa beni karşılaşmıştı. Ülgen pişirdiği kahve, reyhan şerbeti ve suyu bu masanın üstüne koymuştu. Şimdi ise yanımdan geçerek masadaki sandalyelerden birisine oturdu. Sinirli bir tavırla ben de oturduğu sandalyenin tam karşındaki sandalyeye oturdum. “Ben yetmiş beş yaşındayım Umay ve onlar benim geçmişim, ben var oldukça onlar orada duracaklar.” dedi. Önümde duran suyu içtikten sonra derin bir nefes alıp sessizce oturmaya devam ettim. Güneş turuncuya dönen bir renkle Mezopotamya’nın üzerine batarken görsel bir şov yapıyordu sanki. Saatte baktım. Sessizce otururken yedi olmuştu ve ben çok açtım. Ülgen de saate baktığımı fark edince “Hadi bir şeyler hazırlayalım.” dedi. Mutfağa indik. Ülgen usta bir aşçı edasıyla yöreye özgü Lebeni çorbası yaptı. Dolabında bulunan birkaç çeşit peyniri özenle kesti ve kapalı kaplara koydu. Şaraplıktan iki tane bölgeye özgü şarap şişesi çıkardı ve tezgâhın altından çıkardığı hasır sepete özenle yerleştirdi. Bana terastan çantalarımızı almamı söyledi. Soru sormadan dediklerini yaptım. Evden çıkarak arabasını park ettiği yere kadar yürüdük sessizce. Elimizdekileri bagaja koyduk, Ülgen konuşmadan arabadaki teybi açtı. Sihirli flüt eşliğinde etrafı seyretmeye başladım.
Diyarbakır’a doğru yol almaya başladık. Mardin’in modern yüzü, tarihi yapısından sonra beni daha çok rahatsız etmeye başlamıştı. Yola bakarken yeniden anneannemin sesini duydum.” Kızgınlığın Ülgen’e mi yoksa yaşadıklarına yani kendine mi Umay? Unutma güzel kızım “Ipse te vincere incipit cum vitia tua videre et emendare / Kendini yenmek, kusurlarını görmek ve onları düzeltmekle başlar." Oturduğum koltukta irkilerek doğruldum. Sihirli Flüt Operası’nın “Sessizlik Sınavı” bölümü çalıyordu. Tamino'nun içsel hislerini ve Pamina'ya duyduğu aşkı ifade eder. Tamino, Pamina'yı gördüğünde onun güzelliği ve bu aşk onu, geçeceği sınavlar için güdüler. Aryanın bu bölümü Tamino'nun içsel yolculuğu ve aydınlanması anlatılır. Şu an düşündüklerimle, hislerimle bir bütün gibi sanki fondaki müzik ve arya...
Mezopotamya’nın uçsuz bucaksız, buğday ekili tarlalarla dolu topraklarında yol alırken çok fazla ağaç görmezsiniz şehir ve ilçe merkezlerinde. Yol artık ara sıra denk geldiğimiz küçük köyler dışında sağlı sollu tarlalarla doluydu. Yol kenarında iyi yolculuklar dileyen gelincik çiçekleri ve papatyalar vardı. Ülgen iki eliyle direksiyonu kavrayıp yola odaklanmıştı hâlbuki yolda tek tük araç dışında başka hiçbir şey yoktu. Belli ki söylediklerimi düşünüyordu.
Yoldaki tabela Mazı ilçesine geldiğimizi gösterdiğinde artık çevremiz ağaçlarla dolmaya başlamıştı. Uçsuz bucaksız ekili tarlalardan sonra bu ağaçlık bölge gerçekten bana tanıdık bir huzur vermişti. Uzun süre sonra ilk kez yolda virajlar vardı. Sonra Ülgen birden yavaşlamaya başladı. Başımı bu ağaçların olduğu küçük köy manzaralardan karşımdaki yola verdiğimde 500 metre ilerimizde sağlı sollu beton bloklar ve küçük kulübeler gördüm.
Şaşkınlıkla Ülgen’e bakınca “Korkma Umay, polis kontrolü.” dedi. Artık beton blokların arasında ilerliyorduk. Önümüze otuzlu yaşlarda bıyıklı bir polis memuru geçti ve eliyle dur işareti yaptı. Durduğumuz anda başka bir polis memuru ise Ülgen’in tarafındaki cama vurarak kimlikleri istedi. Kimliklerimizi uzatarak beklemeye başladık. Birkaç dakika sonra memur kimliklerimizi vererek devam etmemize izin verdi. “Bu kontroller normal mi? Bizim oralarda bu şekilde kontrol yoktur” dedim. Ülgen ise gülerek “Buralarda bu kontroller normal, endişelenecek bir durum yok” dedi ve sert bir şekilde karşımıza çıkan göbekten direksiyonunu sağa kırdı. Yol artık bir tepenin kenarında kıvrıla kıvrıla gidiyordu ve ben nereye gittiğimizi anlamıştım. Anneannem Umay’ın geceleri şarap eşliğinde ayı seyrettiğimiz o zamanlarda mitlerle harmanlayarak anlattığı Zerzevan Kalesi’ne gidiyorduk. Oturduğum yerde heyecanla daha dikkatli etrafımı incelemeye başladım. Yolun sağ tarafına üç metreye yakın taştan duvar örülmüştü, sanırım bu heyelana karşı önem amaçlıydı. Sonra karşımıza çıkan geniş otoparka girerek arabayı park ettik. Ülgen dışarı çıkarak “Çetin geldik!” diye bağırdı. O sırada yüzleri Mardin’in güneşinde kapkara olmuş iki genç çocuk koşarak yanımıza geldiler ve hemen bagajı açıp içinde bulunan sepeti alarak karşımızda duran yüzyıllar öncesine ait merdivenleri çıkmaya başladılar.
“Hoş geldiniz” sesi ile kafamı merdivenlerin tepesine kaldırınca, gözünde güneş gözlükleri, başında şapkasıyla el sallayan birini gördüm. Sanırım Çetin idi. Ülgen ise eli ile bana yolu göstererek “Hadi Umay Kızım…” dedi. Toprak merdivenleri çıkmaya başladık. Neredeyse kırk beş derecelik bir tepeyi bu merdivenlerle çıkacaktık. Allahtan ayağımda spor ayakkabılarım vardı yoksa gerçekten zorlanırdım. Bir ara duraksama ihtiyacı duydum, nefes nefese bu dik merdivenleri o dönemin insanları acaba hangi korkularla ya da sevinçlerle çıkmışlardı diye düşündüm. Hava geceye dönmeye başlamasına rağmen hâlâ boğucu ve sıcaktı. Bu da merdivenleri çıkarken insanı gerçekten zorluyordu. Ülgen ise önümde benden daha hızlı merdivenleri çıkıyordu. Merdivenler hafifçe sağa döndüğünde geriye doğru baktı ve göz göze geldik. Eliyle hadi diye işaret etti. Yavaş yavaş merdivenleri tırmanmaya devam ettim. Son basamağa geldiğimde ise karşıma çıkacak manzarayı merakla bekliyordum. Anneannem burayı bana anlatırken hep bulutların üstünden dünyayı izlediğim bir yer olarak hayal etmiştim.
“Ipse te vincere, continua conatu et sacrificio eget/Kendini yenmek, sürekli bir çaba ve özveri gerektirir. Hadi ay ışığım, güzel Umay’ım şimdi kendinle yüzleşme vakti. Sana anlattığım her hikâyede bir bilgi saklı idi. Şimdi onlar sana rehberlik edecek ve ben hep seninle olacağım.” derdi anneannem ya da ben böyle düşünmek istedim. Artık bu sesi duyduğumda korkmuyor, çevremde bir hayal ya da hayalet aramıyordum. Derin bir nefes alarak son basamağı çıktım, gözlerimi hafifçe aralayınca karşımda duran manzara nefesimi kesti. Tüm Diyarbakır ve Mardin’in sonsuz toprakları gerçekten bulutların arasında kalmış bir şekilde beni karşılıyordu. Kurulu bir oyuncak bebek gibi hızlı adımlarla karşımdaki manzaraya doğru ilerlemeye başladım. Kalbim heyecanla çarpıyordu. Gün alacakaranlığa dönerken gökyüzünün o sönmeye başlayan turuncu ve pembe renkleri yerini koyu bir mor tona bırakmaya başlamıştı.
Burası; M.S. üçüncü yüzyıla dayanan bir tarihe sahipti. Roma İmparatorluğu'nun sınırlarını korumak amacıyla inşa edilen bu kale, yaklaşık olarak bin yedi yüz – bin sekiz yüz yaşındaydı. Hem askeri hem de dini açıdan kullanılmış ve dünyanın ilk tamamı korunmuş Mithraizm dinin tek tapınağına ev sahipliği yapmakta idi burası. Hint-Pers kökenli bir tanrı olan Mithra, güneş tanrısıydı ve bu dine inananlar bir güneşe tapma kültüne sahipti. Mithra, ana olarak güneş tanrısı olsa da ışık, savaş, adalet ve inancın da tanrısıdır. Burası ona adanmış özel bir yerdi.
Anneannemin bana buraları anlattığı tüm o gecelerde hayal ettiğimden farklı olmayan bu yer beni büyülemişti. Gözlerimden yaşlar süzülürken, turistlerin oturup manzarayı seyretmesi için konulmuş banka oturdum. Burası sonsuzluğu anlatan en güzel doğa resmi gibiydi ve kusursuzluğu ile nefesimi kesiyordu. Ülgen sessizce yanıma ilişti ve “Ona o kadar çok benziyorsun ki… O da buraya her geldiğimizde bu banka oturur ve ilk önce bu manzaranın tadını çıkarırdı.” dedi. “Bana Mardin ile ilgili maceralarını anlatırken en çok burada geçen maceralarını dinlemeyi severdim.” dedim. “Hadi bizi bekliyorlar” dedi Ülgen… Ülgen, “Çetin burada Mithra Tapınağını bulan ve hâlâ araştırmalarına devam eden arkeoloğumuz, Erol ve Cüneyt ise asistanları…” diyerek bizi tanıştırdı.
Çetin Bey “Bu saatte buraya turist kabul etmeyiz ancak anneannen Umay benim için özel bir insandır. Ona bir gün torunu Umay buraya geldiğinde rehberlik edeceğime söz vermiştim. O gün bugünmüş küçük hanım.” dedi. Şaşırıp kaldım. On yıl önce ölen anneannem bugünlerin planını mı yapmıştı!
Çetin Bey ve ekibi önde biz arkalarında, önümüzde duran yüzlerce yıllık tarihi yolda yürümeye başladık. Sağ tarafımda Zerzevan Kalesi’nin fotoğraflarda yer alan o ünlü ayakta kalan kale sütunları vardı. Sanki kalenin iç kısmına doğru ilerliyorduk. Yol toprak ve taşlarla doluydu. Sütunlar arkamızda kaldıktan birkaç adım sonra sağlı sollu eski yaşam yerlerinin kalıntıları belirmeye başladı. Bir süre ilerledikten sonra düz bir alanda durduk. Sanki dört yol ağzı gibi her yerimizde eskiye ait olan kalıntılar vardı. Çetin bana karşımdaki kalıntıların önünde duran tabelayı gösterdi. Ben de yavaşça o tabelanın yanına gittim. “Mithras Tapınağı” yazıyordu. Tabeladan başımı kaldırdığımda Çetin ilerlemem için işaret etti ve ben tapınağın ilk kısmından içeri girdim. Yerlerde çeşitli kil kalıntıları sağlı sollu sıralanırken ufak bir avlu gibi bir yere girdik. Sağ taraf ise tapınağın içine doğru gidiyordu. Çetin elime bir fener vererek ilerlemem için teşvik etti. Elimdeki feneri açarak tapınağın içerisine girmek için kafamı hafifçe eğdim. Karşımda taştan yapılan, oturduğun zaman sırtını taş duvara yaslayacağın o dönemin sedirleri ve bir taş masa bana “merhaba” dedi. Sol tarafımda ise yerde bir eviyeye benzeyen bir oyuk vardı. Oyuğun sol tarafında ise içeriye doğru giden bir kapı vardı. İçerisi dışarıya göre gerçekten serindi. Ben içeriye açılan kapıya yöneldiğimde Çetin, “Hayır, şimdi güvenli olmaz, sonra Umay!” dedi. Peki anlamında başımı salladım ve usulca dışarı, onların yanına çıktım.
Tapınağın dışında arkeologlar için konulmuş konteyner, masa ve ateşin yandığı yere doğru ilerledik. Kimse konuşmuyordu. Gece ise o koyu karanlığı ile büyüleyici manzaranın üstünü örtmüştü, sadece uzaktaki irili ufaklı köylerin ışıkları yanıp sönüyordu. Herkes gibi ben de masanın etrafındaki bir sandalyeye yerleştim. Konuşmaya takatim yoktu. Sabahtan beri yaşadıklarım yormuştu beni.
Ülgen yerinden kalktı, eline aldığı tirbuşon ile evden getirdiğimiz şarabı açtı ve herkese birer kadeh şarap koydu. Ben elime aldığım şarabın o topraksı ve baharatımsı kokusunu içime çekerek bir yudum içtim. O arada Çetin “Biz sen haber verince et aldık, artık pişirmeye başlayalım. Umay kızımız acıkmıştır.” dedi. Ülgen “Ben de bir şeyler hazırladım, gençler onları da masaya koysunlar.” dedi. Ardından bana dönerek “Müziği açar mısın?” dedi. Şaşırdım, ancak bluetooth ile telefonu konteynerin içindeki internet sistemine bağlayarak Bach’ın “The art Of Fugue BWV 1080” eserini dinlemek için açtım. Ülgen ve Çetin birbirine bakarak gülmeye başladılar. Sonra Çetin “Anneannen Umay’a ne kadar benziyorsun. Onun da çaldığı ilk müzik bu olurdu hep.” dedi. Ülgen ise “Hadi Umay gökyüzüne bak, ay kendini göstermeden bu görsel şöleni izle.” dedi. Başımı yukarı çevirdiğimde hayatımda hiç görmediğim kadar çok yıldızın bir arada gökyüzündeki ışıldamalarını gördüm. Şok oldum. Küçük ve Büyük ayı, Kutup Yıldızı ve buğuların içinde yolculuk eden yıldızlara ev sahipliği yapan Samanyolu. Elimi kaldırdığımda dokunacak kadar yakından bana “merhaba” diyorlardı. “Aman Allah’ım!!!” diye bağırdım elimde olmadan.
Ülgen ise yanıma sokularak “Anneannen buralara her gelişinde ilk önce burayı gezerdi Umay. Şimdi nedenini anlamaya başladın mı?” dedi. Başımı sallayarak elimde şarabımla biraz ileride yönü Diyarbakır’a doğru bakan banka oturdum. Müziğin o büyülü notaları ruhuma ve heyecanıma eşlik ediyordu. Gökyüzündeki bu görsel şova ara sıra kayan yıldızlar da eklenmişti. Burada yıldızlar değil turna kuşları ölenleri haber verirdi. Kayan yıldızlar dilek tutmak içindi.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ancak Ülgen içinde mangalda pişmiş etler, lebeni ve peynir olan bir tabakla yanıma geldi. “Ay bir saatte kadar doğacak, hadi karnını doyur.” dedi. Tepsiyi kucağıma alıp yeniden konulan şarabımla birlikte içindekileri yemeğe başladım. Lebeni, yoğurt çorbasının soğuk haliydi, bu sıcak havada iyi gelmişti. Etler ise bölgenin hayvanlarının ovada yediği kekik gibi otların kokusu ile doluydu. Tabağımı hızlıca bitirdim çünkü çok acıkmıştım. Kafamı yeniden önümdeki manzaraya çevirdiğimde ayın büyüleyici bir şekilde karşımdaki ovadan doğuşunu gördüm. Ay ortaya çıkınca yıldızların sayısı azalmış gibi görünse de gecenin bu kadar güzel olabileceği aklıma gelmemişti.
O anda Sihirli Flüt’ün Gece Kraliçesi’ni içeren üçüncü bölüm aryasını duydum.
Ayın ve Ay ışığının karanlıkta gerçekleri göstermek gibi bir gücü vardır. Bazı kavimler ayı kadın bazıları ise erkek olarak betimlemiş olsalar da Ezidilere göre; ay, temizlik ve arınma ile ilgili önemli sembolik anlamlar taşır. Ayın evreleri ve ışığı, ruhsal ve fiziksel temizlik ritüellerinde önemli bir rol oynar. Bu bağlamda Ezidilik’te ayın temizliği ve arınma ile ilişki zamanları; Yeni Ay ve yeni başlangıçlarının olduğu dönemdir. Yeni Ay, eski yüklerden kurtulma, geçmişteki olumsuzluklardan, hatalardan ve yüklerden arınma zamanıdır. Ezidiler, Yeni Ay döneminde geçmişte yaşanan hatalardan, olumsuz düşüncelerden ve ruhsal yüklerden arınmak için çeşitli ritüeller yaparlar. Bu, kişinin ruhsal ve duygusal olarak hafiflemesini sağlar. Dolunay ve Arınma Ritüellerini ise Dolunay zamanları yaparlar… Dolunayın parlak ışığı, kötü ruhların ve negatif enerjilerin uzaklaştırılması için kullanılır. Dolunayın ışığı altında yapılan ritüeller, manevi arınma ve yenilenme sağlar.
Ay, karanlığın içinde doğarken yüzü ışığa dönük olanların yollarını aydınlatır kısacası. Sihirli Flüt Aryasının kulağıma gelen ezgileriyle karşımda yükselen ay ışığını izlemeye başladım yeniden. Ay için ne çok hikâye yazılmış ne çok efsane anlatılmıştı. Halbuki ay ışığı ne gecenin kraliçesi ne de kötülüğün anası olarak adlandırılan Lilith ya da Hecate idi. O sadece karanlığa ışık tutan, karanlıkta saklanan, gizlenen gerçekleri açığa çıkaran gümüş renkli bilge idi.
Ülgen “Umay anneannen, ömrümün sonbaharındayken benim ilkbaharım olmuştu ve konuşamamak kaybettirdi ona da bana da.” dedi.
Güldüm ve yüzümü Ülgen’e dönerek; “anneannem kıskanç bir kadın değildir Ülgen. Ninem sana o fincanı sorduğunda her şeyi olduğu gibi anlatmaman yüzünden araştırmaya başlamıştı. Sadece üreticisini bulmak ve kendisine de almak istiyordu. Bazen doğruyu konuşmak için doğru zamanı bekleyeyim derken kaybederiz. İkinizin arasında bu olmuş galiba. Bir zamanlar anneannemin de kaldığı yaşam alanını gördüm. Evin avlusundaki defne ve zeytin ağacı anneannemin ektiği ağaçlar, özenle bakmışsın. O an sana kızgınlıkla atfettiğim şeylerden utandım. Yaşadıklarının hırsını senden çıkardım galiba ama bir şey sormak istiyorum sana?”
Ülgen ‘peki’ anlamında başını salladı. Ben de konuşmaya devam ettim. “Kafede gözlerin sürekli gelen ve giden insanları takip ediyordu, neden?”
Ülgen tebessümle; “Sevgili Umay ben hep o kafede anneannen ile buluşurdum. Sen bana Umay’ın öldüğünü söyleyinceye kadar bir umutla onun geleceğini düşünüyordum. O yüzden gelen giden herkesi izliyordum. Şimdi gelemeyeceğini biliyorum. Ben de bir şey sorabilir miyim sana?” dedi.
Başımı ‘peki’ anlamında sallayınca Ülgen devam etti ve beklediğim soruyu sordu. “Salonda belli başlı bazı objelere baktın, durdun. Neden?”
Kafamı kaldırdım ve Ay’a baktım. Sonra derin bir iç çekerek; ninemle yaşadığım anılar gözümde sanki o yaşıyormuş gibi canlandı ve anlatmaya başladım. Kelimeleri özenle seçmeye çalışıyordum, bir daha Ülgen’i incitmek istemiyordum çünkü. “O objelerin yeri hiç değişmemiş Ülgen, her şey ninemin gördüğü, şahit olduğu ve bıraktığı gibi” dedim ve devam ettim; “Kitap yayınlandıktan bir süre sonra ninemle dolunay ritüelimiz olan sohbetlere geri döndük. Güneş bizi büyütür, besler. Buna tıpta D vitamini, bitkilerin oksijen üretimi vb. örnek gösterilebilir lakin ay karanlığı aydınlatarak, sırları ortaya çıkarır. Bu yüzden kültürler arınma ritüelleri düzenlerler. Biz de ninemle bu zamanlarda bizi rahatsız eden şeyleri konuşarak geçirirdik. O gecelerden birisinde böyle bir dolunay vardı gökyüzünde. Ninem kırmızı bir mum yaktı. Bu sefer fonda daha önce hiç duymadığım bir müzik vardı. Hovin Mernem’in Sareri adlı şarkısı çalıyordu. Elinde bir kadeh şarabı ile pencere kenarındaki eski hâkî yeşili berjer koltuğuna yerleşti, eliyle karşısındaki koltuğa da benim oturmamı istedi ve anlatmaya başladı Ülgen. Sık sık seni anlatırdı bana” diye devam ettim; Ninem “Sanırım Ülgen ile olan hikâyemde beni en çok üzen, Ülgen’in beni o fincanın sahibini kıskanmakla suçladığı anlardı. Hâlbuki o fincanı da o fincanın üreticisini de benim hayatıma sokan o idi. Olanları olduğu gibi anlatmak yerine benim kafamı karıştıran ve konunun üstüne gitmeme neden olan o idi Umay’ım. ‘İnsan bir kez canı yandığında yoğurdu üfleyerek yer’ demiş büyüklerimiz. Benimki de o misal idi Umay’ım. Ancak Ülgen’in hiç bilmediği şey, o kadının bana o bu konuşmayı yapmadan çok önce ulaşmış olması idi. Kadının anlattıkları benimle beraber gidecek çünkü ben o ne anlatırsa anlatsın Ülgen’e inanmayı seçtim. Ona söz vermiştim! Yüzüm ayçiçeği gibi güneşe yani O’na dönük olacaktı. Sadece sorduğumda bana her şeyi anlatır diye ummuştum. Rahatsızlığımı dile getirmeme rağmen o fincanın orada durması ince ince, yavaş yavaş beni incitmiş ve gitmemi kolaylaştırmıştı. Ülgen’in hiç anlamadığı diğer şey ise benim hangi gerekçe ile olursa olsun bir kadın, hemcinsim için bir erkekle kavga etmeyeceğim idi. Ülgen naif, duygu dolu, geçmişine çok bağlı, güvendiği zaman kopamayan birisi. Kalbinde kötülük yok ancak bana, benim onun için gösterdiğim hassasiyeti gösterememişti. İnsanlara sevgiyi öğretebilirsin ancak nasıl göstereceklerini ya da paylaşacaklarını öğretemezsin güzel kızım. Bugün olanlara dışarıdan baktığım zaman Ülgen beni gerçekten sevmişti, ancak kendince sevmişti. Bu sevgi o kadar güzel, o kadar narin ve büyüktü ki o kadını Ülgen ona ilgi duymasa da benim ayağıma kadar getirmişti.” dedi. O zaman bu söylediklerini anlayamamıştım Ülgen, şimdi seninle yan yana Zerzevan Kalesinde, oturduğumuz bu bankta ninemin söylediklerinin anlamını yeni yeni kavrıyorum. Bu da beni derinden sarsıyor, diyerek Ülgen’in çakır rengi gözlerine baktım.
Ülgen hüzünlü ve titreyen bir sesle “Bunu bilmiyordum. Ben de yüzümü anneanne çevirmiştim Umay kızım lakin şimdi anlıyorum ki ben onu kendi anılarımdan koruyamamışım. Ben hep basit bir kıskançlık sanmıştım tüm olanları ve ninen gibi güçlü bir kadına hayret etmiştim. Bana sorduğu her soruyu da buna bağlamıştım. Olayları şimdi anlıyorum. O gittikten sonra… Sen karşıma çıkınca…” dedi ve elini omuzuma koyarak Mezopotamya’nın o uçsuz bucaksız ovasında ve tek tük yanan köy evlerinin ışıklarına doğru bakmaya başladı.
İkimiz de kendi içimize dönmüş, derin düşüncelere dalmıştık. Geçmiş ve bugün birbirine karışmıştı. Ninem Umay, Ülgen ve benim çıktığımız bu yolculukta bize eşlik etmeye devam ediyordu.
Ülgen ve ben duyduğumuz sesle irkilerek birbirimize baktık. Mardin’e ayak bastığım andan itibaren duyduğum bu ses nineme aitti ve bu sefer Ülgen de onu ve söylediklerini duyuyordu. “Bilim her şeyi açıklayamaz ve açıklayamadığını da kabul eder. İnsan bedeni bir enerji ise ve enerji yok olmuyorsa bilin ki sevdikleriniz de sizlerle. Sadece sizin algıladığınız boyutlarda değiller. Umay’ım sen sadece açık açık konuşmadığın için suçlusun ve Kutay ile konuş. Hislerini, duygularını ve düşündüklerini söyle! Ne kaybedebilirsin ki bu saatten sonra. Ancak ruhun arınır ve yeniden yola çıkmaya hazır hale gelirsin. Ah Ülgen’im, çocuk ruhlu güneşim. Sana gelince, hayat çok kısa ve her gün yeni şeyler öğreniyoruz. Geçmişine bağlı olman çok güzel, çok değerli. Ancak yenileri yaşarken onları kutuya koymayı bilmeli insan. Bunu yapmalı ki yeni güzel anılar anlam kazansın, bunu yapmalı ki geçmişin gölgesi yeni anıları ve yeni yaşanmışlıkları kirletmesin. Yoksa yaşadığın her şeyi iyi ki yaşamışsın ve tüm yaşadıkların seni bana, benim âşık olduğum adam olarak büyüttü, geliştirdi ve karşıma çıkardı. Hepsine sırf bu yüzden ayrı ayrı teşekkür ederim. Seninle yaşadığım her an benim için çok değerli ve kıymetli idi, bunu bil Ülgen’im” Ülgen bir an ayağa kalktı ve etrafına bakındı. Aradığı şeyin anneannem olduğunu biliyordum. Tebessümle elini tuttum ve yeniden oturduğumuz banka oturmasını sağladım. Ülgen artık hıçkırıklarla ağlıyordu. Ses ise devam etti. “Şimdi yol Deyrulzafaran Manastırı’na gidiyor ve aradığınız cevapları birlikte birbirinize destek olarak bulacaksınız, unutmayın”.
Ülgen ve ben birbirimize sarıldık. Ülgen içindeki soruların cevabını yavaş yavaş bulmaya başlamışken ben de hayatımın bu karmaşık döneminde nasıl yeni bir yol çizeceğimi ve yaralarımı iyileştireceğimi öğrenmeye başlıyordum. Ülgen şaşkınlıkla sadece “Umay!!!” diyebildi. Bense tüm bu tuhaf ve anlam veremediğim olaylara rağmen ninemin yanımda olmasından çok mutlu idim.
Ay gökyüzünde iyice yükselmişken oturduğumuz banktan kalkıp masadaki grubun arasına karıştık. Karşımızda ay ve arkamızda Mithras Tapınağı vardı. Mihtras Tapınağı’nda; ritüeller arasında kurban sunma, yemin etme ve su ile arınma gibi sembolik eylemler yer alırdı. Mithras kültünde toplu yemekler de önemli bir yer tutardı; üyeler birlikte yemek yer, şarap içer ve Mithras'a adanmış dualar okurlardı. Bu ziyafetler, topluluk bağlarını güçlendirmek için önemliydi. Mithras kültü, boğa, güneş ve ay gibi sembollerle doluydu. Mithras'ın boğa öldürme sahnesi, hayatın ve doğanın döngüsünü temsil ederken, güneş ve ay sembolleri ise ışık ve karanlığın mücadelesini ifade ederdi. Mithras kültü, Roma İmparatorluğu'nun farklı bölgelerinde yayılmış olsa da Hristiyanlığın yükselişiyle birlikte zamanla yok olmuştur. Ancak, arkeolojik kazılar ve tarihi kayıtlar sayesinde bu gizemli kült hakkında bazı bilgiler edinilebilmişti. Ve burayı bulan ve tarihe rehberlik yapan arkeolog şu an karşımda idi.
Arkeolog Çetin ve asistanları şaşkın şakın bize bakarken, göz yaşlarımı silerek, masadaki gruba doğru “Belki boğa kesemeyiz ancak bir mum yakarak arınabilir ve hepinizin hayatına bir şekilde dokunmuş olan anneannemi yad edebiliriz!” dedim. Çetin hemen konteynerin içine girip sayımıza göre mum getirdi. Hepimiz yüzümüzü dolunaya çevirerek yüzyıllar önce insanların yaptığı gibi dileklerimizi dileyerek mumlarımızı yaktık. Bu aslında geçmiş dönemlerde de yapılan bir ritüeldi. Sadece yirmi birinci yüzyıl insanları olarak bizler unutmuştuk.
Ülgen de ani bir hareketle konteynere geri döndü ve biraz sonra Arman Amar Childhood adlı Human belgeselindeki müziğin ezgilerini duymaya başladık. Ülgen elinde yeni açılmış bir şişe şarap ve kadehle konteynerden çıkarak yanımıza geldi. Kadehlerimizi doldurdu ve bize bakarak konuşmaya başladı. “Ay ışığında tanıdığım, ay ışığında âşık olduğum, değerini bilemediğim o gümüş saçlı kadın, ben seni sevdiğimi ve sevilmenin ne kadar huzurlu, güvenli ve kıymetli olduğunu senden öğrendim Umay!” diyerek kadehini havaya kaldırdı. Hepimiz aynı anda kadehimizi havaya kaldırdık ve “Umay’a!” diyerek içtik.
O an bir kez daha anladım, önemli olan sevilmek değildi, sevdiğinden emin olmaktı. Karşılık beklemeden, sadece içinde hissederek bu duyguyu yaşayabilmek. Konuşabilmekti, anlatabilmekti, en önemlisi anlayabilmekti. Bu zordu, insanlar o yüzden bu histen kaçıyorlardı ancak Umay da Ülgen de bunu birlikte öğrenmişler ve bu bilgelikle sevgilerini yaşıyorlardı.
Sevgi içinde yalanı, ihaneti, sırları barındıramazdı. O, saf ve büyüten bir enerji idi. Bulunması zor, bulunduğunda ise kıymeti bilinmeyen. Etrafında hissedildiği zaman kıskanılan ve her türlü kötülüğe uğrayandı. O kadın da bunu hissetmiş ve kendince kötülüğünü kusmuştu.
“Amor, fundamentum potentissimum est; humanitatis structuram sustinens est caementum / Sevgi, en güçlü temeldir; insanlık yapısını ayakta tutan harçtır." “Ay ışığım, Umay’ım, güzel torunum benim.” sesi ile bulunduğum andan silkilerek çıktım. Bir yerlerde anneannem bizi tebessümle izliyordu ve biliyordum ki o da şu an bize kadehini kaldırıyordu.
Ülgen’e döndüm ve kimsenin duymayacağı bir sesle “Evren, senin içinde Ülgen.” dedim. Tebessüm etti, elini omuzuma koydu ve biz Ay’ın gümüş ışıklarında karşımızdaki manzaraya Arman Amar’ın ezgileriyle bakmaya devam ederken bu sözün içindeki bulmacanın ne olduğunu düşünüyordum. Biliyordum ki yakın zamanda bunun sırrını da burada Mardin’de çözecektim…