Kadim Aşk
Türkiye’nin en kadim şehri neresidir? diye sorsalar, hiç düşünmeden Hatay ve Mardin derim. Çeşitli etnik kökenlerin ve dinlerin kardeşçe, iç içe yaşadığı büyüleyici iki şehir. Kitaplarda okuduğumuz birçok inanış ve felsefi düşüncenin yaşadığı mistik şehirler… İşte bu gerekçeyle bir haftalık iznimi bahar döneminde aldım ve sırt çantamla Mardin’e doğru yola koyuldum.
İstanbul’dan iki saat süren yolculukla Aziz Sancar Havaalanına ulaştığımda heyecandan ayaklarım titriyordu. Tahtında oturan Şahmeranın memleketine gelmiştim. Kocakarı hikayelerinin diyarıydı Mardin. Ninem ve ninemin soyu şamandı. O gelenekleri anneme ve teyzeme anlatmıştı, tıpkı çocukken kucağına alıp masallar şeklinde bana da öğrettiği gibi. Her gece onun anlattığı bu masallarla doğayı, insanı ve en önemlisi yaşadığımız sistemin düzenini öğrenmiştim. Hangi bitkilerin, neye iyi geldiğini otuz iki yaşında bir kadın olarak biliyordum. Annem ve teyzem bu konuya hiç ilgi duymamıştı, bu ninemi üzse de benimle o açığı kapatıyordu. Mardin, ninemin hikayelerinde dinlediğim mistik kentti ve şimdi o kentin topraklarına ayak basmıştım. Havaalanından dışarı çıktığımda, elinde ismim yazılı kartonla beni bekleyen taksi şoförüyle karşılaştım. İsmi Sedat idi, hemen elimdeki valizi aldı ve yola koyulmak üzere taksiye bindik.
Etraf, baharın tüm güzelliğini yansıtıyordu; uçsuz bucaksız doğa örtüsünün içinde yeşil ve çiçeklerin bin bir rengi insanı büyülüyordu. Yarım saatlik bir yolculukla Tarihi Mardin denen bölgeye geldik. Bu sefer lüks bir otel yerine tarihi bir konak seçmiştim kendime. Eski Mardin’e girdiğimiz andan itibarense beş yıl önce kaybettiğim ninem benimleymiş gibi bir hisse kapıldım, sanki benimle taksideydi. Taksi yoldan sağa döndüğü an zaman durmuştu. İki yüz ya da üç yüz yıllık yaşayan bir tarihe “merhaba” demiştim.
Bölgenin, kendisine özgü sarı taşlarla yapılmış ve yüzyıllara inat ayakta dimdik durup “merhaba” diyen binalar. O daracık sokakta yürüyen ve etrafın mistik havasını soluyan turistler. Turistlere ellerindeki ürünleri satmak için gezinen esnaf çırakları… Havanın keskin toprak kokusunu insan içine çektikçe kendisinden bir parça arıyordu. Bir an oturduğum koltuktan kafamı sağa çevirdiğimde, ninemle göz göze geldik. Yok yok, sanırım heyecandan halüsinasyon görmeye başladım.
Taksi şoförü Sedat “Geldik Umay Hanım” dedi. Taksiden inip otel için çıkmam gereken merdivenlere doğru yola koyuldum. Tarihi Mardin dik bir kule gibi, dağ üzerine kurulu ve sokaklar kendi içerisinde merdivenlerle birbirine bağlanmakta, bu aynı zamanda çöl sıcakları döneminde insanların hem gölgede yürümelerine hem de oluşan serin hava akımı ile serinlemelerine yönelik yapılmış, o dönemin modern mimarisinden iyi bir örnek. Ancak sırt çantası ve bavulla yürümek insanı birazcık zorluyor. Sonunda merdivenler elimdeki yükler yüzünden tadını çıkaramasam da bitmişti. Şimdi o koridor gibi olan sokakta yürümeye başlamıştım. Attığım her adımda, ayağımın bastığı yere yüzlerce yılda kim bilir kaç insan ayak basmıştı. Elimdeki telefon “hedefinize ulaştınız” dediğinde etrafın büyüleyen ve bir o kadar da düşündüren halinden sıyrıldım. Başımı hafifçe sola çevirdiğimde ‘CAĞRA’ adlı otele geldiğimi gördüm. Otelin dışında, eski usul elle çalınan bir zil vardı. İpi tutup çekerek zili çalmaya başladım. İçimdeki kız çocuğu bundan çok hoşlanmıştı, bıraksalar sabaha kadar o zili çalabilirdi. Otel görevlisi eski tahta kapıyı açıp “Hoş geldiniz” dedi.
“Merhaba, ben Umay” dedim. Elimdeki bavulları alarak resepsiyon bölümüne götürdü beni. Girişi küçücük, altı ya da yedi metrekare taştan bir oda idi. Bir masa ve bilgisayar dışında bir şey yoktu. İşlemlerim bittikten sonra yirmi iki numaralı, bir hafta boyunca benim olacak odaya geçtik. Odamın kapısı açılırken kalbim yerinde durmuyordu. Şömineli ve eski usul döşenmiş bir oda istemiştim. Otelin yardımcı personeli kapıyı açtıktan sonra beni içeri davet etti.
Demir başlıklı, çift kişilik yatak odanın sol tarafındaki taş duvara dayalıydı. Yanında ahşap ve sedef işçiliğinin muhteşem bir örneği olan komodin ve üzerinde de okuma lambası vardı. Komodinin yanında taştan, üzerinde bin bir motif ve sembolün olduğu şömine ve onun önünde duran koltuk. Tüm bu tarih kokan mekânı tamamlayan yerdeki el dokuması kilim ise içindeki lacivert ve kırmızı renk ile odayı tamamlıyordu.
Koltuğun hemen sağında ise bir cam kapı vardı. Kapıdan içeri girdiğinizde, mağaraya benzeyen bir koridor sizi karşılıyordu. Sola doğru kıvrılan bu küçük koridor, tavanı ve duvarları ile dağa oyulmuş bir oda gibiydi. Odanın sol tarafında duş bölümü, sağ tarafında ise lavabo ile tuvalet vardı.
Dışarıda güneş olsa da hava insanın üstüne ince bir hırka almayı gerektirecek kadar serindi ancak burası taş olduğu için sıcacıktı. O yüzden endişeyle “Gece bu kadar sıcak olur mu?” diye sordum. Yardımcı personel “hayır efendim, gece şömineyi yakmanız gerek” deyince derin bir ‘oh’ çektim. Görevli odadan çıkınca sonunda bu tarih kokan mekân ve ben baş başa kalmıştık. Kendimi hemen bir haftalığına benim olan yatağıma sırt üstü attım. Çok mutluydum. O an odada bir ses yankılandı “Evine hoş geldin güzel kızım, tanıştığın insanlar burada sorularına cevap olacaklar, bunu unutma!” dedi. Ürktüm ve hemen doğruldum hatta banyoya giden o koridora ve oyulmuş odaya bile baktım, kimse yoktu. Ses nineme aitti! Bu yolculuk benim için yaşadığım hayal kırıklığını unutmak adına çıktığım bir yolculuktu. İki ay önce en yakın arkadaşım, üniversiteden beri birlikte olduğum insanla beni aldatmıştı. Aslında en yakın arkadaşım mı yoksa sevgilim mi beni aldatmıştı, bilemiyorum hala.
Bu olayın travmasını günlerce yemek yemeden ve uyumadan geçirmiş sonra psikolog arkadaşım Duygu’nun desteği ile yavaş yavaş atlatmaya başlamıştım. Bu yolculuğa çıkmam için de beni Duygu teşvik etmişti. Şimdi bu yaşadığım şey ruh halimin bana bir oyunu muydu, anlamaya çalışıyordum. Sanırım sabah yedi uçağına binmek için erken kalkmam ve havaalanında kahve içmemem bunlara neden oldu.
En iyisi dışarı çıkıp bu tarihi mekânda sert bir kahve içmek, sonra burada geçecek olan haftamı planlamaktı.
Otelden dışarı çıkınca beni gene geçmiş yaşamlar ve o dönemin insanları esir almıştı. Her tarafta, sarı renkli Mardin taşının o büyüleyici mistik dokusu vardı. Binalarda, duvarlarda ve yollarda… Koridor görevi gören bu yolda yürürken yolun sağ ve sol taraftan yolun ortasına doğru eğimli olduğunu fark ettim. Demek ki yağmur suları bu şekilde akıyordu bu koridor sokaklarda. Sonra birden tarçın ve karanfille harmanlanmış bir çörek kokusu etrafımı sardı. İnsanın iştahını açan bu kokuyu takip etmeye karar verdim. Biraz yürüdükten sonra bir tezgâh ve tezgâhın üstünde duran, üstünde dumanı tüten bir tepsiye ulaştım. İnsanlar sıradaydı, ben de sıranın en arkasına geçtim.
Merakla önümdeki çiftte sordum; “Bu kokan nedir?” Adının ‘Süryani Çöreği’ olduğunu ve özellikle hurmalı olanından yemem gerektiğini söylediler. Sıra bana geldiğinde önümdeki çiftin önerisine uyarak hurmalı Süryani Çöreği istedim. Beni buraya getiren o iştah açıcı koku ellerimin arasındaydı. Yeniden Koridor Yol adını verdiğim sokaklarda yürümeye başladım. Sol tarafta, aşağı sokağa doğru inen bir merdiven belirdi.
Yavaş yavaş bu yüzyıllık merdivenden aşağıya inmeye başladım. Sağ tarafımda Mardin Müzesinin levhası, sol tarafımda ise Leyli adlı bir restoranın levhası belirdi. Merdivenlerin sonu ise uçuşuz bucaksız Mezopotamya ovasının manzarasına açılan Cumhuriyet Meydanına çıktı. Bu cadde insan kaynıyordu ve az önce yürüdüğüm o sessiz sokaktan eser yoktu.
Sol tarafımda Harire adlı bir kafe belirinceye kadar yürüdüm. Kafenin tarihi atmosferi beni büyüledi. Kahvenin o sert ve uyandırıcı kokusu ise içeriye yönlendirdi. Masaların hepsi doluydu, ben tam çıkmak üzereyken yuvarlak, siyah kemik gözlükleri olan yetmişli yaşlarda kır saçlı, yaşlı ancak diksiyonu düzgün bir bey “Benim masamda boş ver var, oturabilirsin” dedi. Teşekkür ettim ve tam karşısına oturdum. Garsona sert bir kahve söyledim, elimdeki çörek için de izin istedim.
Garson bir tabak getirdi ve kese kağıdındaki çörekleri tabağa koydum sonra da karşımda duran bu bembeyaz saçlı, siyah gözlüklü masa arkadaşıma sundum. Kendisi emekli ve burada yaşayan bir zanaatkar imiş. Kendisini sanatçı diye tanıtmasına güldüm içimden. Ülkemde kavram karmaşaları ile boğuşuyor olmak ne üzücü. Yüzünde derin kırışıklar ve sarkan bir gıdısı olan bu beyefendi, ülke standartlarına göre uzun boylu ve boynuna taktığı fular ile herkes gibi kendisini entelektüel gören bir adama benziyordu.
Karşısında bir kadın oturmasına rağmen kafeye girip çıkan kadınları süzüyordu. Klasik Türk erkeği işte… Sonra sohbet etmeye başladık. Mardin’e geliş nedenimi sordu. Ben de “Ninemin küçükken anlattığı şehri görmeye ve yaşamaya geldim” dedim. “Ninem Mardin’i çok severdi hatta aşıktı bu şehre ve fırsat buldukça gelmeye çalışırdı buraya” diye ekledim.
Derin iç çekti ve yüksek sesle “Aşk” dedi. Şaşırdım, “efendim” diye cevap verdim. “Aşk vaktinde kıymetinin bilinmesi gereken bir duygu. İnsan yaşlanınca anlıyor” dedi. Güldüm ve “ben aşka inanmıyorum” dedim. Şaşkın bir ifadeyle “senin gibi bir kadın mı?” diye sordu. “Halimde ne varmış?” dedim. “Genç ve güzelsin, neden böyle düşünüyorsun?” diye sordu bu kez. “Sizin gibi insanlar yüzünden” dedim. “Oturduğum andan itibaren sizi izliyorum. Karşınızda, şimdi iltifat ettiğiniz kadın oturuyor ve siz kafeye gelen kadınları süzüyorsunuz!“ dedim. Sözler ağzımdan hesapsızca çıkmıştı.
Henüz adını bile bilmediğim adam ise bozulmuştu. “Sanırım Andropozu atlatamadınız hala” diye de ekledim. Tutamıyordum kendimi, sanki aylar önce yaşadığım travmanın acısını bu adamdan çıkarıyordum. Karşımdaki adam tekrar iç çekti ve “bundan on beş yıl önce…” diyerek konuşmaya başladı.
“Bundan on beş yıl önce buraya, orta yaşlı bir kadın gelmişti. Gözleri ela, beyaz tenli ve kısacık kırmızı saçları vardı. Boynunda fuları, ayağında şalvarıyla eski Mardin’e geldiğinde gülücükler saçardı. Buradaki kadınlarla saatlerce konuşur, çocuklara kitap hediye eder ve masallar anlatırdı. Ondan ve onun hikayelerinden etkilenmeyen esnaf arkadaşım yoktur burada. Hala onu tanıyanlar birbirlerine onun hikayelerini anlatır. Onunla müzik ve felsefe konuşmayı iple çekerdim her gün. Bir gün ‘senden yaşça çok büyük olduğumu biliyorum, ama senden çok hoşlanmaya başladım’ dedim. Gülümsedi ve ‘galiba ben de’ dedi. Dünyalar benim olmuştu. Hislerimiz karşılıklıydı çünkü. Ancak bana tek bir cümle söyledi sonrasında. Atina okulunun girişinde yazan cümle; “Geometri bilmeyen girmez” Bu sözü biliyordum, Platon’a aitti. Ben de ‘geometrim iyidir’ dedim. Güldü ve ‘emin misin’ dedi. ‘Evet, yoksa nasıl takılarımı tasarlayabilirim’ dedim.
Sonra ona ‘ben zor adamım, bana katlanmaya hazır mısın?’ diye sordum. ‘Benim kalbim ayçiçeğinin sadece güneşe baktığı gibi tek tarafa bakar. İçin rahat olsun, ayçiçeği gibi kalbimi sana çevirdim ve güneşim sensin’ dedi. O gün dünyanın en mutlu adamı ben olmuştum. Ara ara bende kalıyordu, beraber müzik dinliyor, yemek yapıyor, geceleri şarap eşliğinde konuşuyorduk ve vadinin eşsiz manzarasını izliyorduk. Bir gün rafta duran insan şeklindeki fincan dikkatini çekti ve sordu. Bu, ürünlerimi paylaştığım sosyal medya paylaşımlarımda ‘en sevdiğim fincanım’ dediğim fincandı. ‘Çok güzel nerden aldın?’ ben de ona ‘bir arkadaşım hediye etti, nereden aldı bilmiyorum’ dedim. Günler bu şekilde aylara dönüştü ve biz gerçekten mutluyduk. Yalnız, ara ara durgunlaşmaya ve evdeki bazı objeleri incelemeye başlamıştı.
Anlam veremiyordum bu haline ve bir gün ‘bu tasarım çalıntı’ dedi. ‘Bir takı firmasının tasarımı.’ Bozulmuştum; ‘Bunu araştıracağım, o fincanı üreten benim arkadaşım ve o böyle bir şey yapmaz’ dedim ve benden tek istediği şeyi çiğnediğimi kendi ağzımla kabul etmiş oldum. O bana ‘aramızda yalan olmasın’ demişti ve ben, en başında ona bu konuda yalan söylemiştim. Ağızımdan çıkanları fark ettiğimde bu konuda konuşmak istemediğimi ve gitmesini söyledim. O da gitti ve bir daha dönmedi. Ulaşmak için çok yol denedim, şehri terk etmiş ve telefonunu değiştirmişti. İzini bile bulamadım, hala her gün aynı saatte buraya geliyorum bir gün döner ve gelir diye. Bana “Aşk” deme, ben bedelini hayatımın sonbaharında acı ödedim” dedi.
Bu hikâye beni hem şok etmiş hem de kahkahalarla gülmeme neden olmuştu. O kısa, kırmızı saçlı kadın benim anneannemdi, bana halk hikayeleri anlatan şaman ninem. Şimdi anlamıştım Mardin’e son dönemlerinde neden gitmediğini, gittiğinde ise kısa süreli kaldığını. Sivil Toplum Kuruluşları ile kadınlar ve çocuklar için gönüllü çalışan bir sosyal girişimciydi. Son dönemlerinde yazdığı kitap için konuştuğumuzda ‘insan hayatında üç kez âşık olur, ben ilk aşkımla lisede ikincisi ile çalışırken tanıştım ve o dedendi. O öldükten dört yıl sonra ise üçüncü aşkımla tanıştım’ demişti ama ismini hiç söylememişti. Şimdi o adam karşımda duruyordu. Bir çörek kokusu ve kahve ihtiyacı beni eliyle koymuş gibi ninemin son aşkının karşısına getirmişti. “Boynundaki eski fular onun hediyesi mi?” dedim. “Evet” dedi. “Peki o fuların ucunda B harfi işli mi?” diye sordum. Şaşırdı ve “Evet, nerden biliyorsun?” diye sordu. Adınız da Ülgen değil mi?
Karşımdaki adamın yüz hatları gerilmeye ve ürkütücü bir şekle ulaşmaya başlamıştı. Anlatmaya başladım; “O kadın ‘geometri bilmiyorsan giremezsin’ demişti ya! İsterseniz oradan başlayalım; peki buradaki geometri kavramı bizi nereye götürür?” diye sorarsanız önce ‘hendese’ yazan yere götürür ki o da zaten geometri demektir. Eğer hendeseyi atlamak istersek Yunanca kavramına gider ve oradan geometriye geri döneriz.
Eğer Yunanca kavramını da atlayıp Herodot kavramına gidersek oradan Antik Yunan kavramına, oradan Grekçe kavramına, oradan da tekrar geometriye döneriz. Biz ne yazarsak yazalım dönüp dolaşıp geometriye döneriz.
Eğer bu işi İngilizce denerseniz de önce geometriye, oradan da felsefeye ulaşırsınız. Felsefeden devam etmeye çalışırsanız da geometri döngüsü gibi dönüp dolaşıp tekrar felsefeye varırsınız. Her şey önce felsefeyle başlar ve iki sonuca varırız. Bu sonuçlardan birincisi bizi matematiğe, matematikten geometriye, geometriden de bildiğimiz her şeye götürür. İkincisi ise hiçbir yere götürmez, dönüp dolaştırıp felsefeye geri getirir. Platon’un okulunun kapısında ‘geometri bilmeyen giremez’ yazmasının sebebi de budur. Çünkü insanlık bir yere vardıysa oraya geometriden varmıştır. Geometrinin özüne hâkim olmayan kişi hangi konu hakkında konuşursa konuşsun konuştuğu konunun özüne de hâkim olamaz.”
Tüm bunları söylerken gözümün önüne ninemin Mardin’den döndüğü o kâbus gibi yıl geldi. Döndükten bir yıl sonra beni yanına çağırdığı o gece gökyüzünde dolunay vardı. Ay ışığını çok severdi, eline aldığı bir kadeh şarapla ve açtığı Sihirli Flüt operasının o eşsiz ezgilerinde yüzü ay ışığına dönük, dalar giderdi. ‘Sevgili Umay, bu gece Mezopotamya ay ışığında kim bilir ne kadar güzeldir’ demişti. Artık eskisi gibi saçlarını o çok sevdiği ateş kızılına boyamıyordu. Halbuki onu tanıyan herkes o kısacık, ateş kızılı saçlarla anlatırlardı ninemi. Bir gün Mardin’den eve döndü ve günlerce odasından çıkmadı. Odasından çıktığı ilk gün ise sanki daha da yaşlanmıştı, üzgün olduğu her halinden belliydi. Eline aldığı o bitki çaylarından birisiyle çalışma masasına geçti, günlerce yazdı. Bazen kütüphanesindeki binlerce kitabın içinden aldığı bir kitap bazen de bizlere sipariş ettirdiği kitapları okumak dışında o çalışma masasından ayrılmadan bir yıl geçirdi. Çağrıldığı hiçbir etkinliğe ya da sosyal girişimcilik çalışmasına katılmadı. Sanki içinde kopup giden bir şeyi yakalamak için didinip duruyordu. Annemle çok anlaşamasalar da onun bile ninemin bu haline ne kadar üzüldüğünü hatırlıyorum. Yaptığımız hiçbir şey ona o eski gülüşünü geri getirememişti. Onda bir şeyler değişmişti. 1999 yılbaşından bir ay sonraydı sanırım, oturma odasında oturup televizyon izlerken bize katıldı ve ‘bitirdim’ dedi. Şaşkın bir halde nineme bakıyorduk, o ise ilk kez gülerek ‘yazdığım kitap sonunda bitti, adı Kadim Aşk olacak’ dedi. Mardin’den döndükten sonra ilk kez gülüyordu ve buna odadaki herkes sevinmişti.”
“Kitabı yayına girdikten sonra birçok alanda olumlu eleştiri yazıları almaya ve her zamanki gibi çok satanlar listesinde yer almaya başlamıştı. Hikâyesini ve Mardin’de ne yaşadığını merak ediyorduk, en büyük korkumuz tekrar o ruh haline dönmesi olduğu için sormamıştık. O dolunay gecesi beni odasına çağırdığında ay ışığında tebessümle banyo yapar gibi duruyordu. Bana ‘Umay otursana’ dedi. Tereddütle koltuğuna oturdum, ona bakıyordum. O ise bana bakmadan yüzü aya dönük şekilde konuşmaya başladı; ‘Mardin’e en son gittiğim zamanı hatırlıyorsun değil mi? İnsan hayatında üç kez âşık olurmuş. Aşk insanın büyümesi ve sevginin anlamını fark etmeyi ve onun kıymetini bilmeyi öğretiyor insana. Senin büyüdüğün bu yüzyılda en çabuk harcanan şey aşk ve sevgi. Sana atalarımın bana öğrettiği her şeyi aktarırken hep sevginin iyileştirici gücünden bahsettim. İnsan hayatında üç kez âşık olurmuş, birincisi on altı – yirmi iki yaş aralığı, ikincisi yirmi beş – otuz beş yaş aralığı ve üçüncüsü ellisinden sonra. Ben de üçüncü aşkımı o kadim şehirde buldum. Daha ilk gördüğümde etkilenmiştim ondan. Uzun boylu, geniş omuzlu ve gür beyaz saçları olan sert görünümlü bu adam, güldüğünde ufak bir çocuğa dönüyordu. Üstünde sürekli kahverengi deri bir yelek ve boynunda ise fuları vardı. Diksiyonu düzgün ve ses tonu insanı gerçekten büyülüyordu. Onun bana anlattığı hikayelerin birçoğunu bilsem de ondan tekrar tekrar dinlemek hoşuma gidiyordu. Müzik hakkındaki bilgisine hayrandım. Kahve sohbetlerimiz ise vazgeçilmezimdi. Onu dinlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum. Zaman aslında sayılara mahkûm bir olgu değil, sen istersen hızlı sen istersen yavaş ilerleyen ne geçmişte ne de gelecekte olan, şu anı yaşatan bir olgu belki de. Deden annen yeni doğduğu zaman beni aldatmıştı, ilk başlarda ayrılmak istedim, kabul edememiştim bu ihaneti. İnsan için en ağır davranış, ihanet. Şekli ne olursa olsun. Umarım bu duyguyu hiç yaşamazsın güzel kızım. Sonra teyzene de hamile olduğumu öğrenince evliliğime devam ettim, bir daha hiç aynı olmadık dedenle.
Hep güven noktasında onu sorguladım. Sizler bizi birbirini seven iki yaşlı insan olarak görürken, deden hatasını telafi etmeye çalışıyor, bense hep mesafeli duruyordum. Sürekli bir yerlere gitme nedenim buydu. Başkalarına yardım ederken yaramı sararım sanıyordum. Hiçbir şey güvendiğin insanın ihaneti kadar acıtmıyor, hele o insanı seviyorsan ve aşıksan. Yıllar sonra ilk kez ‘Hadi’ dedim, ‘hadi bir kez daha sevmeyi dene’. Nihayetinde Ülgen’e âşık oldum. O sert görünümden ne zaman çıkacağı belli olmayan o çocuğa. Birbirimize duygularımızı açtığımız gün ‘Geometri bilmeyen giremez’ dedim ve ondan tek bir şey istedim; aramıza yalanın girmemesi… Her şey kusursuzdu; birlikte gülüyor ve birlikte eğlenmenin tadına varıyorduk. Ta ki o fincan aramıza girinceye kadar. Bana yalan söylemişti ve bu yalanı gözlerimin içine bakarak aylarca sürdürdü. Sonra bir gün dayanamadım, yalanını kibarca söylemesini sağladım. Ben de bir söz vermiştim; ‘sen beni istemeyinceye kadar yanında kalacağım ve yüzüm bir ayçiçeği gibi sadece sana dönük olacak’ diye. O ise gitmemi istedi ve ben de gittim. Aradan neredeyse iki yıl geçti, yüzüm hala ona dönük ve dönük kalacak ama ikinci sözümü de tuttum, bir daha görüşmedik. Uzun süre dolunaya bakamadım çünkü dolunay bana onu hatırlatıyordu. Sonra dolunayda onunla geçirdiğim o güzel zamanlarla barıştım.
Kadim Aşk senin jenerasyonuna bir rehber olsun diye yazdığım, yazarken de kendi içimde Ülgen ile barıştığım kitabım oldu benim için. Sevgili Umay, aşktan ve sevmekten korkma. Hayatında ‘kim beni ne kadar sevdi ya da seviyor’ diye sorgulama. İnsan hiçbir zaman bilemez ne kadar sevildiğini, bildiği tek şey ne kadar sevdiğidir. Sihirli Flüt operasında piyano notaları sertçe yükselirken ninem de aynı ritimde konuşmaya devam ediyordu. Sevgini insanlara, hayatına girecek özel insana korkmadan hesapsızca vermekten çekinme ve ruhunu da bunun kıymetini bilmeyen insanlar için kirletme. Gitmek isteyene izin ver, sen gerçekten sevdiysen onu uzaktan da seversin, sessizce. Çünkü o sevgi sana ait, senin bir parçan. Özünün bu olduğunu anlayınca kendinle de sevdiğin o insanla da barışıyorsun. Yazdığım kitabı yorumlayan insanlara bakınca bunu anlamaktan ne kadar uzak olduklarını görüp, üzülüyorum sadece. O kitabı anlamaya çalış Umay, ihtiyaç duyduğunda sana rehber olsun güzel kızım’ dedi.”
“Ninem bir daha uzaklara gitmedi, evde kitapları ve dinlediği müziklerle günlerini geçirdi. Bazen dolunay zamanları Sihirli Flüt Operası eşliğinde elinde bir kadeh şarapla ayı seyretti.
Bu anı hatırlayarak, devam ettim Ülgen Bey ile konuşmaya. “Kalbinin tek bir anahtarı olduğunu ve o anahtarın ise sadece dürüstlükle, yalansız açılabileceğini sana söylemiş. Sense onu dinlememişsin. Peki, şimdi söylesene bir yalan sana ne kazandırdı? O kadın ölünceye kadar geçen on beş yılında kalbîni döndüğü güneşe yani sana hiç ihanet etmedi. Seninle ilgili bir kitap yazdı. Kitabın adı “Kadim Aşk” idi. Yıllarca her konuda konuşmaktan keyif aldığı o adamın kendisine daha en başında neden yalan söylediğini anlamlandırmaya çalıştı durdu. Okuduğumuz kitaplara, o öğrendiğimiz bilgilere ve felsefi sözlere o kadar çok anlam yüklüyoruz ki halbuki gerçek yalındır ve basittir. Keşke Ülgen bey okuduklarınızı gerçekten anlamış olsaydınız, keşke o burada sizin bir açıklama yapmanız için bir hafta boyunca sizden bir telefon beklerken onu arasaydınız. Yalanın bir açıklaması yoktur ama gerekçesini söyleseydiniz. Umarım, o yalan kaybettiğiniz o kadına yani nineme değmiştir. Belki egonuza yenilmek yerine, kaçmak yerine onunla konuşmuş olsanız, o on beş yıl aşkla dolu dolu geçerdi. Şimdi oturup yas tutmanın, giden zamana ve ölenlere üzülmenin bir anlamı yok. Ne mutlu size ki o sizin sorularınızın cevabını “Kadim Aşk” adlı kitabında cevaplandırıyor.” Ülgen bey karşımda sadece büyük bir şaşkınlıkla bana bakıyordu. Bense, ninemin buraya ayak bastığım andan itibaren benimle olduğunu artık biliyordum ve hala bana öğretmeye devam ediyordu. Sevginin; iyileştiren, büyüleyici bir duygu olduğunu bana hatırlatıyordu. Aşkla birleştiğinde ise sihirli bir şeye dönüyordu sevgi. Gözün gerçekleri görmüyor, sadece o anı, onunla yaşamak istiyorsun.
Başı ve sonu hiç önemli olmuyor. Karşındaki seni ne kadar sever bilemiyorsun ancak kendinin ne kadar sevdiğinden emin oluyorsun. Onlar gittiğinde ise aslında onlara değil kendine kızıyorsun çünkü hissettiğin duyguların ve emeklerin acısı çöküyor içine. O yüzden ben de bu kadar üzgün ve depresiftim bu birkaç aydır. Kendimi bu duygulardan arındırdığım zaman iyileşecek ve yeniden başlayacak gücü kendimde bulacaktım. Kendimi affetmem gerekiyordu ve bunu yapacaktım. Küçücük taburelerinde oturduğumuz bu mekânda birkaç saat içinde bunları anlamış olmak bir mucize gibiydi.
Ülgen Bey’in gözünden yaşlar süzülüyordu, o yaşlı adam daha da çökmüştü. Üzüldüm haline. Ego elbette olması gereken bir şey ama dozunda. Hata yaptığımızda egoyu çöpe atıp özür dilemeyi de bilmek lazım yoksa karşımda ağlayan yaşlı adama dönüyor insan. Kahvem bitmişti, hesabı istedim. Ücreti öderken bile Ülgen Bey karşımda yok gibiydi. Mardin’e geleli daha dört saat bile olmadan neler yaşamıştım. Ben de çok şaşkındım. Kalacağım bir hafta kim bilir daha neler öğretecekti bana. Gitmek için ayağa kalktım sonra geri oturdum. Ninemin affettiği bu adama ben neden kızgın olacaktım ki. “Ülgen Bey bana Mardin’i gezdirir misiniz?” dedim. Şaşkınlıkla, uzun süredir yere bakan gözlerini bana çevirdi. “Emin misin?” dedi. Güldüm ve “evet” dedim. Tek bir şartım vardı bana ilk önce ninemle gezdikleri yerleri ve oralarda neler yaptıklarını anlatacaktı. Birlikte ayağa kalktık ve kafeden dışarı çıktık. Dışarı çıktığımızda sırt çantamı açtım ve ninemin “Kadim Aşk” adlı kitabını Ülgen Bey’e uzatıp “Kitabın kapağını açın lütfen” dedim. Kitabın iç kapağında “Evren insanın içinde Ülgen” yazan yazıyı gördü. Yüzünde acı bir gülümseme belirdi.
“Hadi Umay kızım bu gece dolunay var ve ninen bizi bekler.”
Kadim şehir Mardin!
Ben ışığınla aydınlanmaya hazırım!!!
Ülgen Bey ile birlikte o tarih kokan taş sokaklarda ninemin hüznü ile yürümeye başladık…