Öykü - Gül İdi Soldu - Savaş Aşçı

Öykü - Gül İdi Soldu - Savaş Aşçı

Gül, çocukluk yılları ile gençliğinin ilk yıllarını tıpkı adının hakkını verircesine güzel yaşamıştı. Geçen yaz da çok sevdiği Erkan ile evlenmiş, mutluluğun zirvesine çıkmıştı. Düğünleri yemyeşil bir vadide, doğanın içinde yapılmıştı. O gün güneş sanki gelecek güzel günlerin habercisi gibi ışıl ışıldı. Gül, güneşle yarışırcasına gelinliği ile göz kamaştırıyor, ağaçlar ise dallarını, yelpaze gibi sallayıp insanları ferahlatıyordu.

Gül yirmi altı yaşını yeni bitirmiş, büyük ve piyasada adı oldukça bilinen bir finans firmasında çalışıyordu. Erkan ile de işi sayesinde tanışmışlardı. Yanakları al, gözleri bal, her zaman yeni biçilmiş başak tarlasını andıran düz sarı saçları ile hokka bir burundan ibaretti. Sade, saf bir tipi vardı ve bu saflık karakterine de sinmişti. Erkan'ın kara kaş ve kara gözlerine, uzun boy ve şıklığına vurulmuştu. İkisi de güzellikte birbiriyle yarışacak kadar iyi bir görünüme sahipti.

Derin bir kadındı Gül, hisleri yoğundu ancak Erkan onun tam aksine incelikten anlamaz, soğuk ve sevecenlikten uzak biriydi.

Düğün öncesi Beyoğlu'nda Firuzağa'da kendilerine yetecek bir ev tutmuşlardı. Gül pencere kenarlarına saksılar dizmiş, evin bazı köşelerine mumlar ve tütsüler koymuştu. Duvarlarda çerçeve yoktu, bir duvar saati vardı ve evin geneli sade olmakla birlikte beyaz renk ağırlıklı dekore edilmişti.

Gül, Beşiktaş'taki işine sabahları Taksim Meydanı’ndan otobüsle giderdi. Erkan ise metroya binip, Levent'teki şirketine geçerdi. Erkan akşamları karısından bir saat önce evde olurdu ancak nadiren yemek hazırlardı ve genelde ev işlerine yardım etmezdi. En fazla yaptığı; ayaklarını kaldırarak, yerlerin rahat süpürülmesine yardım etmekti ya da önündeki sehpayı, bulunduğu yerden alıp silinmiş olan yere koymak… Gül, işten eve geldiğinde bir telaşla mutfağa girer çabucak iki kap yemek yapar, salatasıyla birlikte sofraya otururdu.

Hayatının her anında telaş vardı. Sanki hep bir yerlere geç kalacakmış gibi; koşturup yetişemeden otobüs hareket edecek, film başladıktan sonra salona girecek, mesaiye geç kalacak, evde kocası yemek beklerken eve geç kalacak... Bunlara benzer telaşları hiç bitmezdi.

Şirkette altı senedir aynı pozisyondaydı ve artık terfi bekliyordu. Aslında terfi zamanının birkaç yıl geçtiğini bile düşünüyordu içten içe. Son zamanlarda artık şirketinin kendisinden memnun olup olmadığını sorgulamaya başlamıştı. Acaba terfi etmeyi hak etmiyor muydu? Hatta bulunduğu yer bile acaba kendisi için fazla mıydı? Telaşı, mesai süresince de devam ediyordu. İşleri gün sonuna kadar yetiştirebilmek için çok çabalıyordu. Hep içinde "acaba yetişmeyecek mi?" korkusu vardı. Görünürde yöneticileri ve mesai arkadaşları kendisini seviyor gibiydi... Ya gerçekte? Geçen sene terfi alması gerekirken alamamış, alamadığı gibi bir de kendisinden iki sene sonra şirkette çalışmaya başlayan bir arkadaşının terfi alması kafasını karıştırmıştı.

Sabahtan, akşam mesai bitimine kadar kafasını benzer sorular meşgul ediyordu. Akşam eve geldiğinde ise; bir yandan yemek, bir yandan bulaşık, haftanın iki günü çamaşır, hafta sonu evin genel temizliği derken evde de ayrı bir telaş ve ayrı kafa kurcalayıcı sorularla baş başa kalıyordu. İki kişilik evde ve koca şirkette insanlar arasında yapayalnızdı. Durumu tam kavrayamıyordu. Toplumun, aile hayatının ve iş yaşamının ondan beklediği çok şey vardı ve hepsini elinden geldiğince karşılamaya çabalıyordu ancak herhangi bir konuda eşinden de mesai arkadaşlarından da bir destek görmüyordu. Zaten kadın kısmı şikâyet edemezdi; çocukluğundan bugüne bunu ve buna benzer kalıpları öğretmişlerdi ona. İsyan etse, sanki toplumun kendisini dışlayacağını veya evde herhangi bir konuda şikâyette bulunsa, mızmızlansa; kocasının onu boşayacağını ve hayatına yapayalnız devam etmek zorunda kalacağını sanıyordu. Kalabalıklar içinde yalnız olduğunu, eşi ile birlikte bir yuva yaptıkları evlerinde tek başına varlığını sürdürdüğünü fark edemiyor, belki de kabul edemiyordu. "İdare etme" onda sıradan bir refleks olmuştu sanki. Çünkü annesinden öyle görmüştü. Annesi de yıllarca babasını her konuda idare etmişti. Ne gördüyse, ne öğrendiyse o da aynısını yapıyordu.

Artık iş yerinde terfi etmeyi düşünmekten ziyade mevcut mevkisini kaybetmemeyi düşünüyordu. Daha sıkı ve daha uzun saatler fazla çalışıyordu. Evde ise, eriyip suya karışarak yok olan bir şekere benzeyen ilişkisini tekrar kıvamına getirmeye çalışıyordu ancak ne kadar çabalarsa, o kadar sonuçsuz kalıyordu her şey. İş yerindeki durumu -en azından şimdilik- pek sıkıntı oluşturmayacak gibiydi, terfi alamasa bile mevcut konumunu da kolay kaybetmezdi. Bir süre daha terfi için bekleyebilirdi. Ancak işler hep son ana kadar bitmiyor, fazla çalışması gerekiyordu. Evde de durumlar pek iç açıcı görünmüyordu. Kocası, evliliklerinin ilk zamanlarında olduğu gibi onunla saatlerce sohbet etmiyor, şakalar yapmıyor, iletişimi en az seviyede tutuyor, ancak yemek yerken havadan sudan birkaç kelime konuşuyorlardı. Karısına karşı eski sevgisi, tutkusu, cana yakınlığı kalmamış; birbirine paralel uzanan iki dağ gibi birbirinden uzak kalmışlardı. Gül ne yaparsa yapsın, ne kadar kocasının suyuna giderse gitsin, ne kadar ona bir çocuk gibi özen ve ilgi gösterirse göstersin fayda etmiyordu. Adamın içinde karısına karşı en ufak bir şefkat belirtisi, sevgi kırıntısı kalmamıştı. Birliktelikleri artık bir mecburiyet halini almıştı.

Ömrünün ilk yarısını, açmış güzel bir gül gibi geçiren Gül, ikinci yarısını adeta solmakta olan bir gül gibi geçiriyordu. Üstelik bunu hak etmiyordu... Ama ne yaparsa yapsın gidişatı da değiştiremiyordu. Tüm çabalarına rağmen gerek iş yerinde gerek yuvasında istediği gibi bir yaşantıya sahip olamıyordu. Hayatının her anında, hep bir yerde bir şeyleri eksik yaptığını hissediyor, daha fazla mücadele ediyordu. Eşinden yana gördüğü olumsuz tavrı, psikolojik şiddeti hak etmediğini, her şeyin daha farklı olabileceğini aklına getiremiyordu çünkü toplum onu o şekilde eğitmemişti. Aile içinde yaşanan aile içinde kalır, kol kırılır yen içinde kalır, erkek istediğini yapar, kadın ses etmez... Kadın erkek ilişkisine dair duydukları, öğrendikleri hep buna benzer şeylerdi. Kadının, erkekten bağımsız ve eşit bir birey olabileceğini düşünemiyordu. Erkek canı sıkılırsa evden gidebilir, ama kadının evden gitmesi şöyle dursun, canı bile sıkılamazdı evde. Bekleyen onca iş varken kadın, canını sıkacak zamanı bulamazdı. Bütün işler bitse bile, kocasına kahve yapmak gerekebilirdi. Boş duranı Allah sevmezdi hem. Kadın, dünyaya iş yapmak ve kocasının gönlünü hoş tutmak için gelmişti!

İş yerinde sömürülmesi, hakkının yenmesi yetmiyor gibi bir de evinde, "eşim" dediği kişi tarafından sömürülüyor ve solduruluyordu. İşten eve, evden işe gitmekten başka bir seçeneği yoktu. Evde bekleyen bir kudret vardı, o güce karşı gelinemezdi. İşlerini yetiştiremediği günler eve on dakika geç kalsa kocası anında arardı. Karısının başına bir iş gelmiş olabileceğinden değil, kendi karnı acıktığı ve bir an önce yemek yemesi gerektiği için arardı. Gül, o dakika elindeki işi bırakıp, kanatlanırcasına bir serçe hafifliğinde uçarak eve gider, en çabuğundan yemek yapardı kocasına. Üzerini bile, yemeği hazırlayıp sofraya koyduktan sonra değiştirebilirdi. Çünkü o "ilahi güç" ona bir bakış atsa, yer yerinden oynayabilir, yarıktan içeri düşebilir ve düştüğü yerde zebaniler ona türlü işkenceler uygulayabilirdi. O “ilahi güç” bir bakış atsa, eve yıldırımlar düşebilir, etrafı alevler içinde bırakabilir ve alevler evi sardığı gibi Gül’ü de sarabilirdi o an… Hiç gereği yoktu...

Ancak işler de pek rayına oturacak gibi görünmüyordu, bu iş temposu, bu önemsenmeme, bu yok sayılma değişmeyecekti.

Bir süre sonra; kendince dahiyane olan ve kendisinden beklenmeyen bir fikir buldu; mesai saatlerinin uzatıldığını söyleyecekti kocasına. Hemen bu fikrini söylemek için ufak bir düzenleme yaptı ve sonucunda; mesai saatlerinin uzadığına dair isimsiz, imzasız, sahte bir yazı gösterdi kocasına. Çünkü şirketi mesai ücreti ödemiyordu ve böyle bir yazıyı resmi olarak vermeleri durumunda, çalışanlarına mesai ücreti ödemeleri gerekecekti.

Mesai saatlerinin akşam altıdan, sekize uzadığını artık kocası biliyordu. Ancak gerçekte iş en fazla altı buçuk veya yedide bitiyordu. İşinin erken bittiği günler Gül'ün nefes aldığı günler olmuştu artık. Sekiz buçukta evde olduğu sürece, canı ne isterse yapabileceği boş zamanı olmuştu. Hiçbir şey yapamasa bile, Tünel Meydanı'ndan Taksim Meydanı'na kadar mağazalara baka baka yürür, zihnini dinlendirirdi. Evlendiği ilk günlerden sonra, uzun zaman evlerinin dibinde olan İstiklal Caddesi’ni gezmemişti.

Yine böyle İstiklal Caddesi'nden eve doğru yürüdüğü bir gün aklına yeni bir fikir geldi; cumartesi mesaisi! Kocasına bu kez de Cumartesi günleri öğlene kadar mesai yapılacağına dair bir belge gösterme isteği ile yanıp tutuştu. Ancak bunu hemen eyleme dönüştürmedi, önce alt yapısını hazırladı ve kocasına; "biliyorsun işler oldukça yoğun, gelecekte mesai konusunda yeni bir gelişme olacağı konuşuluyor" dedi.

Ketum ancak kudretli koca, yemeğinden başını o ilahi tavırlarıyla ağır ağır kaldırıp günahkâr bir köleye bakar gibi karısının gözlerine baktı ve "nasıl bir gelişme, gecenin kaçına kadar çalıştıracaklar" diye sordu. Sesi toktu ve kelimeleri vurgulu söylüyordu. Gül önceden bu sorunun geleceğini bildiği için cevabı da hazırdı; "akşam saatleri aynı kalacak herhalde ama galiba hafta sonu için bir şeyler düşünüyorlar. Şirkettekiler böyle konuşuyor aralarında. Henüz yönetimden gelen net bir bilgi yok...

Gül bunları söyleyip, tedirginlik içinde başını hafif öne eğerek kocasının tepkisini beklemeye başladı. Kocası ağzının tadının kaçtığını ve iştahının kapandığını ifade eder şekilde ağzını sildi peçeteye ve sonra devasa mitolojik bir tanrı misali büyüyerek; “kaç senedir aynı yerde çalışıyorsun ne uzadın ne kısaldın. Herkes terfi ederken sen yerinde sayıyorsun hala. Daha ne kadar bu şekilde çalışmayı düşünüyorsun? Artık terfi ettirsinler de biraz elimiz para görsün. Yeter artık bunca zaman aynı maaş ve aynı mevkide çalıştığın!”

Gül, celladın az sonra boynunu vuracağı bir kurban gibi iyice sinmiş, kabuğuna çekilmiş ve çaresizlik içerisindeydi. Zaten hep kendisinde bazı kusurlar olduğunu düşünmeye meyilliydi. Ama bunu karşısındaki ilahi gücün, azarlar gibi, suçlar gibi söylemesi onu hem korkuttu hem de oldukça ağrına gitti. Gerçekten de bir noksanı mı vardı acaba? Herhalde öyle olmalıydı. Artık bu düşünceden emin olmaya başladı.

Erkan artık yemeklerde dahi pek konuşmaz oldu karısıyla, konuştuklarındaysa genelde tartışıyorlardı. Daha doğrusu Erkan bağırıp çağırıyor, Gül ise kısık tonda birkaç kelime edip sonrasında göz yaşlarına boğuluyordu.

Yeni mesai işini günlerdir kafasında evirip çevirmekte olan Erkan, bir gün yemeğin ortasında karısına çıkıştı; “artık ya işi bırak, otur evinde ya da kendine daha iyi bir iş bul! Köleliği evinde de yaparsın...”

Bu sözler aslında bir bakıma, “benim kölemsin zaten, başkalarına köle olmana gerek yok" anlamına geliyordu. Her zaman olduğu gibi Gül'ün gözleri, taşmak üzere olan bir dere gibi sulandı, dudakları titreyerek; “bu zamanda iş bulmak kolay mı?” diyebildi sadece.

Kendisine cevap verilme cüreti gösterilen birçok asabi “erkek” gibi iyice sinirlenen Erkan içten içe, kızmaya hakkı olduğu hissiyle; “ben anlamam bulacaksın! Ötesini bilmem!” deyip, elindeki çatalı, zalimin kırbacı gibi masada şakırdatıp oturma odasına geçti. O ana kadar taşmayan dere, çağlayan olmuş akıyor ve masada ufak bir göl oluşturuyordu.

Gül, en azından yeni bir iş bulana kadar akşamları ve cumartesi günleri birkaç saatliğine huzur buluyordu. Kafesinden salınan özgür bir kuş gibiydi. Tek farkı, kafesine dönmek zorunda olmasıydı... Özgür cumartesi günlerinden birinde eski bir arkadaşıyla sinemaya gitmek için sözleşmişti. Erkenden kalkıp önce Sarıyer'de sahil kıyısında, kayaların denizi dövmesini izleyerek kahvaltısını yaptı. Açıktan yük gemileri arkalarında köpükler bırakarak geçiyor, martılar ise yolcu vapurlarının peşinden ağıt yakıp, bir lokma dileniyordu. Vapurdan atılan ufak simit parçasını kapan martı, uzaklaşıp başka arkadaşlarına yer açıyordu. Sırada bekleyenler ise bir curcunayla, kapacakları lokmayı gözlüyordu. Gökyüzü adeta pazar yeri gibiydi, kimin ne dediği, ne diye bağırdığı belli olmuyordu. Biraz ileride orta yaşlı birkaç adam balık tutuyor, hınzır birkaç kedi balık kovalarının etrafında dolaşıyordu. Şanslı olan, balıkçıya görünmeden nasibini alıp oradan uzaklaşıyordu. Gül, kahvaltısını bitirip keyif kahvesi söylemişti. O esnada güneş bir kağnı edasıyla ağır ağır tepeye tırmanıyor, insanlara biraz olsun gün yüzü göstermek, yüreklere umut serpmek üzere iş başı yapıyordu. "Derin, mavi sulara bakmayalı ne kadar zaman oldu?" diye aklından geçirdi. Boğaza en son ne zaman gelmişti? Beyoğlu ve Beşiktaş dışında bir yerlere gitmiş miydi evlendikten sonra? Evlendiğinden beri, eskiden yaptığı hiçbir şeyi yapamadığını fark etti. Erkan ile evlenmesine ailesi hep karşı çıkmıştı. Kızlarını mutlu edemeyeceğini söylemişlerdi. Sahi, hiç mutlu bir an yaşamış mıydı evlendikten sonra? Keyif kahvesi ona zift gibi gelmişti bu düşünceler üzerine çökünce. Yine de kocasını seviyor, sayıyor ve dünyada ondan başka sığınabileceği kimsenin olmadığını düşünüyordu. Karşı çıkmalarına rağmen Erkan ile evlenmesi nedeniyle ailesi de onunla bağlarını koparmıştı. Dünyada kocasından başka kimsesi yoktu ve tek başına bir hayat düşünemiyordu.

Sisli düşüncelerle kalkıp, yine Beyoğlu'nun yolunu tuttu. Arkadaşıyla buluşma saati gelmiş, heykelin orada buluşarak İstiklal Caddesi'ne, kalabalığın içerisinden bir balık gibi süzülmüşlerdi. Sinemanın gişesine geldiklerinde içine bir korku çöreklendi. Bir ara, arkadaşına vazgeçtiğini söylemeye niyetlendi ancak hem arkadaşını kendi davet etmişti hem de arkadaşı uzak yoldan gelmişti. Yüreğini boğan hislerin üzerine soğuk bir su dökerek içindeki yangını söndürdü. Ferahlamasa da, o kadar kötü hissetmiyordu. Mısırlarını alarak salona girdiler, yaklaşık iki buçuk saat sonra, salondan şen şakrak çıktılar. Seneler sonra ilk kez güzel bir gün geçirmiş, keyif almış ve mutlu olmuştu. Özlediği bir arkadaşıyla hasret gidermesi de pastanın kreması gibi olmuştu.

Sinemanın bulunduğu pasajdan dışarı çıkmak için pasajın içerisinde yürüdükleri esnada, dışarıda akan insan seli arasında bir siluetin aniden, hayalet gibi uzaktan bir görünüp kaybolduğunu hissetti. Neydi? Kimdi? Göremediği şey ancak bir şekilden ibaretti. Sadece insan formu olduğu belliydi ancak sinema öncesi çöreklenen hissin o an yeniden üzerine hücum etmesine neden oldu. Nefesi daralır gibi oldu ve bir an önce kendisini dışarı atıp, evine koşmak istedi. Neydi bu şimdi?

Birkaç saniye sonra pasajın kapısına çıktığında, kapının yan duvarına yaslanmış vaziyette sigara içen kocasıyla göz göze geldi... Zihni, belli belirsiz ve birbiriyle bağlantılı ve bağlantısız düşüncelerin hücumuna uğradı o an; Erkan! Saat kaç? Şirkete mi gitmeli? Yanından geçen adamı bir yerden tanıyor muydu? Ya şu karşı tarafta karısıyla yürüyen genç adamı? Kadının üzerindeki, sırtı yaldızlı kot ceket ne kadar güzelmiş, şimdi çok pahalı böyle şeyler... Kadın, filmdeki oyuncuya ne kadar benziyor... Bu ton saç rengini yaptırmak için kuaföre ne diyorlar acaba? İstesem maaşıma zam yaparlar mı acaba? Her şey artık ateş pahası... Tramvay'ın arkasına çocuklar takılmış, kimi de arka kapıya asılmış... Minareden hocanın sesi geliyor... Az önce de arka sokaktan kilisenin çan sesi geldi... Eskiden biraz ileride, lisenin karşısında yaşlı bir kemancı vardı, nerededir acaba şimdi? Piyangocu kız hala “almazsanız çıkmaz" diye bağırıyor mu bir yerlerde? Sahi, o kız daha sonra oyuncu olmuş köşeyi dönmüştü. Peki hangi köşeyi döndü? Her gün insanlar bir sürü köşe dönüyor, doğru köşe hangisi? Gül'ün zihnine inen ve gerçekleri ve yaşadığı anı karanlığa boğan perdeyi yırtan arkadaşının sesi oldu; “neden durduk?”

Gül, elektroşok uygulanan, kalbi durmuş bir hasta gibi yerinden sıçradı. Tam kendine gelmeden tekrar kafasını yana çevirip Erkan'a baktı... Gerçekti! Oradaydı ve kalleş bir gülümsemeyle ona bakıyordu. Anlık bir gülümsemeden insan onlarca şey hisseder mi? Gül, o gülümsemeden o kadar çok şey hissetmişti ki... Arkadaşına bir şey belli etmeden çok geç kaldığını söyleyip hızlı adımlarla evinin yolunu tuttu. Ancak her an birinin kendisini kolundan tutup çekeceğini hissediyordu. Bu düşüncesi eve gidene kadar da geçmedi. Eve girer girmez kendini, elbiseleriyle yatağına attı. Sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu ve titreye titreye, iç çeke çeke ağlayarak uykuya daldı. Öyle bir uykuydu ki, yılların yorgunluğu ve çektiklerinin acısını çıkarıyor gibi, ölüm uykusuna yatmış gibi uyudu. Pazar sabahı uyandığında, on beş saat uyumuş olduğunu tahmin etti. Kalkıp evi dolaştığında, kocasının evde olmadığını anladı. Kocası dışında her şey yerli yerindeydi, etrafa zarar verilmemiş, dağıtılmamıştı. Ancak içindeki fırtına dinmek, zihnindeki sesler susmak bilmiyordu. Çaresiz kocasının gelmesini, gelip vereceği tepkiyi bekleyecekti. Tanıyordu kocasını, şimdiye kadar susması adeta bir fırtınanın yaklaşmakta olduğunu düşündürüyordu.

Akşama kadar zihninin izin verdiği kadar ev işleriyle oyalanmaya çalıştı. Yemek yemek aklına bile gelmedi, zaten aklına gelse de bir şey yiyebilecek durumda değildi. Erkan, o akşam oldukça geç saatte döndü. O döndüğünde Gül uyumak üzereydi. Yatak odasına hiç girmedi kocası, birkaç saat camda sigara içip, salonda volta attı durdu. Yine hiç yatak odasına gitmeden, salonda uyudu. Erkan, sabah erkenden çıkmıştı evden. Gül ise; sırtında, yükle dolu koca bir küfe taşır gibi zihninde dönen sorularla, beyninin arka taraflarında yaşanan ve tatsız biten senaryolarla kendini zor atmıştı şirkete. O gün, ne yaptığı işin farkındaydı ne de etrafında olup bitenlerin; çaycının getirdiği çaylar ve kahveler hiç dokunulmadan öylece kalmıştı masasında. Akşam, saat yedide ölü bir balık gibi toparlanıp dalgın dalgın ve kendisine nasıl bir cezanın kesileceğini düşünerek evin yolunu tuttu. Yol o gün bitmek bilmedi onun için. Kocası ona bağırsa, bir tepki verse belki ikisi de rahatlayacak ancak iki gündür kocası en ufak bir tepki vermemişti ve bu tepkisizlik her şeyden daha çok korkutuyordu onu. Ucu açık, her an her şey olabilir diye düşünüyor, düşündükçe ürküyor ve ürktükçe de aklını kaybedecek gibi oluyordu. Otobüsten bu düşünce ve korkularla indi, ayakları evin yoluna doğru gitmek istemiyordu. Sanki birileri onu geri doğru çekiyor gibi hissediyordu. Şu an, tam şimdi bir şey olsa! Mesela; bir araba çarpsa kendisine, her şey silinip gitse diye düşünüyordu. Yeter ki, kocasıyla arası daha kötü olmasın...

Akşamın karanlığında ağır aksak, ağacından düşen ve hafif esen rüzgârda salına salına rastgele oradan oraya giden bir yaprak gibi apartmanın önüne geldi ve tam apartmanlarının önünde rüzgâr aniden kesildi ve yaprak doğrudan yere düştü duyulur duyulmaz bir çıtırtıyla... Apartman kapısı önünde bir valiz ve üzerinde bir notla karşılaştı; “senin artık bir evin yok!”

Sonbaharın, insanların tenini küçük dişleriyle ısırmaya başladığı günlerinden biriydi o gün. Not avucunda topak olmuş şekilde, bir mevsim gibi geçen birkaç saat boyunca kapının önünde ağlayarak oturdu...

Milyarlarca insan arasında tek başına olduğunu hissetti tekrar tekrar. Kendisinden milyarlarca olduğunun idrakine varmadan...

Ve o gün tıpkı adı gibi, solup gitti...

 

SAVAŞ AŞÇI

0