Can Kırığı
Havası kaçmış, buruşmuş bir balonun içinde sıkışmış gibiyim. Burnumda; herkesle ve her şeyle aramda zar gibi duran, pis bir plastik kokusu var. Buranın içine kaç zamandır hapsoldum, kestiremesem de tam on yedi mevsim önce olduğunu seziyorum. “İrade göster” artık diyordun ya! Bak gösteriyorum, dümdüz “Dört yıl bir ay üç gün” demiyorum da çelikten irademle lafı eğip büküyorum. Sigarayı bırakmak yerine azaltmak gibi bir şey bu yaptığım.
Oysa, ben uyuyana kadar her şey yolundaydı. Gece farkında olmadan bir şeyler oldu ve delindi o zar. “Mutlu, huzurlu” dediğim dünya birdenbire pis, tiksinç bir şeye dönüştü bu sabah. Üstelik ilk kez olmuyor bu. Çocukken annem ve babamla hafta sonu balık yemek için gittiğimiz, tam bir aile saadeti yaşadığımız tesiste alabalıkların kafalarına sopa vurularak öldürüldüğünü gördüğümde de aynı duyguyu yaşamıştım.
Ama şimdi olan ne? Hani kalkarsın ve miden ağrır, kasılır da düşünüp durursun dün ne yedim de böyle oldum diye. Gerçeklik, bu kez çocukluğumda olduğu gibi bir balyoz gibi inmedi tepeme. Toplu iğnenin dokunuşu, sivrisineğin ısırışı gibi bir şey bu.
Bulamıyorum… Tek tahminim; senin bende kalan, o çok sevdiğin şairin kitabından dizeler okumuş olduğum. Şairin dizeleri, ülserli bir kalbi kanattı ya da hazımsızlık yaptı, bilmiyorum... Şişti şişti kalbim, ben hissetmeden kayıtsızlık balonu patladı. Ama böyle olmamalı! Bazı kitapların, özellikle de şiir kitaplarının üzerinde uyarılar olmalı, sigara paketlerinin üzerinde yazan cinsten. Mesela “Eski defterler açılır, eski yaralar kanar. Dikkat!” türünden.
Burnumdaki keskin, iç bulandırıcı kokuyu bastırmak için çocukluğuma sarılıyorum. Buldan bezinden mor çiçekli şalvarlarıyla, beyaz yazmalı, pembe yanaklı, sımsıcak gülüşleri olan kadınlar düşüyor aklıma.
Bir de zeytin ağaçları… O ağaçlara sarılır gibi sarılıyorum yastığıma.
Yine senin yüzün beliriyor zihnimde. Savunmasız hissediyorum kendimi. Zihnime, kalbime yürüyen her duygunun bana yayından fırlamış bir ok gibi zarar vereceğini hissediyorum şimdi. Çünkü beni koruyan kayıtsızlık balonum patladı!
Oysaki seni düşünmeyi bırakmıştım, rüyalarımda bile yerin yoktu. Sigarayı bırakamasam da “işte bazı şeyleri bırakabiliyorum” diye ne güzel böbürlenirdim. Düşünmek kadar düşünmemek de bilinçli bir eylem çünkü. Sen hep bilinçten bahsederdin ya. Al sana bilinç! Her aklıma geldiğinde yerimden kalkar hareketli bir şarkı açar senin hayalini bir şaman gibi kovalardım. Üstüme üşüşen hayaletin, boyumu aşan cümlelerini de alıp benim bu neşeli hallerimi gördüğünde “yazıklar olsun” deyip çekip giderdi.
Şimdi bu hatırlayışlardan kaçmak için müziği açmıyorum. Bu sabah bunları yapsam ağlayacağım sanki. Dans ederken ağlamak da bu sabaha ne yaraşır… Yalın ayak, serseri bir kurşun gibi fırladım yataktan. Sabah sabah sahip olduğum enerjiye şaşarak yavaşlıyorum. Bu enerji yıkıcı. Değdiğim her yeri parçalayabileceğimi hissediyorum. Burnumdaki plastik kokusu geçmiyor bir türlü. Rutinlerime dönüp, sakinleşmeli, kendime yeni bir zırh kuşanmalıyım.
Bol telveli bir kahve yapıp Bavyera porseleninden fincanıma doldurdum. Her şey kusursuz ve güzel olmalı bugün. Kahvemle bahçeye çıkıyorum. Yavru bir kedi miyavlaması işitiyorum. Komşumun bahçesinden geliyor imdat dileyen ses. Komşum aklıma geliyor, gitmekten vazgeçiyorum. Masada minik bir uğurböceği var. Bana uğur getirir mi bilmem ama çocukça iyimserliğimi geri getirdi birden.
Uç uç böceği annen sana terlik pabuç alacak…
Bir yerlerde okumuştum, mahkûmun biri cellat tarafından tam öldürülecekken başına konan uğur böceği sayesinde suçsuzluğuna hükmedilip son anda ölümden kurtulmuştu.
Bir fotoğraf çekmeye ve sosyal medyama koymaya karar veriyorum. Belki o da görür, kim bilir! Beni uğur böceklerine yoldaş sanır da yumuşar yüreği… Masanın sadece fotoğrafta görünecek kadar olan kısmını temizledim. Fotoğrafa yoğunlaşmalıyım.
“Uç uç böceği annen sana terlik pabuç alacak…” Uğur böceğinden hareket yok. Dokunuyorum, kıpırtısız. Dürtüyorum, bu defa daha şiddetli.
Zira biraz daha zaman geçerse kahvemin köpüğü sönecek ve bir tane daha içmediğim kahve yapmak zorunda kalacağım. Namaz vaktini kaçıran bir mümin gibi huzursuzlanıyorum.
“Uç uç böceği…” hareket etmiyor.
Uğur böceği şans getiriyorsa acaba ölü uğur böceği ne götürür benden, bilmiyorum?
Köpüğü kaçmış kahvemin tabağındaki ölü uğur böceğiyle bir fotoğraf çekiyorum. Duaya açılmış el emojisi de koydum tüm sahtekârlığımla.
Burnumdaki plastiğin pis kokusu artıp hararetimden eriyor, tüm bedenime yapışıyor sanki…
İçim kaynıyor, kıvranıyorum. Balıkçının elindeki kısa kalın sopayla peş peşe darbeler iniyor kafama. Su kaynadı, demlik ıslık çalıyor, kedi dalda miyavlıyor, ben sarsak adımlarla bahçe kapısına yürüyorum.
Astığım ne kadar plastik begonvil varsa tek tek söküveriyorum. Onlar düşmesin diye sıkı sıkıya sardığım bakır teller ellerimi kanatıyor. Aldırmıyorum. Aylar önce bu çiçekleri asarken “Ne gerek var böyle bir yapaylığa” diyen komşumun ikinci kez göz hapsindeydim. Aldırmıyorum. Gözlerini kısmış, kendini haklı bulmamın keyifliyle yudumluyor filtre kahvesini. Üzerinde krem renkli etnik desenler olan keten bir sabahlık var. O desenler aynı kibirle beni ayıplıyor. Kadın susuyor ama o desenler durmadan konuşuyor. Kedinin acı miyavlaması olmasa hepsini duyacağım.
Kadına bakmıyorum, yok sayıyorum. Oysa onu çok iyi tanıyorum aslında. Uzun çenesini, çıkık elmacık kemiklerini, uzun boynunu, keskin zekâ parıltıları taşıyan gözlerini biliyorum, bakışlarımız hiç buluşamasa da… Bu kibri tanıyorum geçmişimdeki başka bir gölge olan annemin patronundan. Ben; istenmeyen, iş yerinde yeri olmayan, evde bırakılması gereken bir şeydim onun gözünde.
Yüzüne bakamazdım ama hep yağladığı, hep bronz olan bacaklarını, narçiçeği renginde ojeli tırnaklarını, tüm iş yerini boğan ağır parfümünü bilirdim. O bacaklar gelen insanlarla kahkahalar atar, sohbet ederdi. Ama el ayak çekilince üst üste atılır, huzursuz huzursuz sallanır, kısa ve net emirler yağdırırdı. Çocuk aklımla “atacağı tüm kahkahayı attı, neşesi bitti anneme, bana bir şey kalmadı” diye düşünürdüm. Ya da kelimelerinin tükendiğini düşünürdüm, emir kipinde tek kelimelik talimatları duyduğumda. Tüm rica ederimler, teşekkürler edilmişti ikbalini binlerce liralık gelinliğe bağlayan gelinciklere.
Şimdi o kadından öç almak ister gibi bu defa da ben bakmıyorum komşumun yüzüne. Yüzüne bakmasam da bacaklarına kayıyor gözlerim. Sımsıkı, biçimli bacakları var. Kendimce yaptığım istatistiğe bir tik daha atıyorum. Böyle çokbilmiş, ukala kadınların güzel bacakları ve genelde de güzel kalçaları olur, hükmüm bir kez de daha doğrulanıyor.
Kalçalarını göremesem de böyle olduğunu farz ediyorum. Bu kadınlar güzel bacaklarla hep güzel mevkilere koşarlar. Anneminki gibi ayakta durmaktan varis dolu bacakları olmaz onların. Kıpırtısız bir heykel gibi beni izlemeyi sürdürüyor olsa da bacakların huzursuzluğunu hissedebiliyorum. Göz göze gelmek için can atıyor, biliyorum ama bu fırsatı ondan esirgiyorum. Sanki anlatsam, begonvil yetişen coğrafyalara özlemimden anlayacak! Oysa bahçıvan “yetişir” demişti. Ben de istediğim cevabı alınca büyük bir mutlulukla ekmiştim onları. Pembe pembe çiçekler açacaktı. Beklediğim olmadı; yok açtı, hiç açtı... Söküp atmasına söküp attım onları ama vazgeçmeyip yapay çiçekler aldım onlar gibi kuru bir inatla.
Bunlar da olmadı… Olmayınca olmuyor işte…
Kedi miyavlamaya devam ediyor. O ise kıpırtısız beni izliyor. Tam boğazını temizleyip lafa girecek oldu, bacaklarına kaçamak bir bakış atarak koşar adım bahçeden içeri giriyorum.
Yapmam gereken pek çok iş var, günlerdir ertelediğim ama aklımda ve yüreğimde senden başka hiçbir şey yok. Seni rüyada görmüş olmak bile içimde tarifsiz bir kıpırtı yarattı. Bunun sarsıntılarının saatler geçtikçe artacağını hissediyorum.
Kapının sesini işitiyorum alt kattan. Gelen, aylar önce bu evde çalışmaya başlayan Bahar.
Ondan önce pek çok göçmen kadınla çalıştım. Kendilerine hep Türkçe çiçek adı yakıştıran. Birinin adı Gül, diğerinin Nilüfer, ötekinin Nergis. Sürgün oldukları coğrafyadan para kazanma umuduyla gelip burada baharı getireceklerini, çiçek gibi boy vereceklerini düşünen emekçi kadınlar. Geceleri ayrıldıkları ailelerinin hayaline sarılan, çekik gözleri taşıdıkları özlemle iyice görünmez olan canım kadınlar.
Bahar, uzun boylu, koyu tenli, sıska, az iş bilip çok konuşan genç bir kadın. En çok da suyla konuşuyor. Sabahları açıp musluğu döküyor içinde ne varsa. Suyun kadim hafızasını bilip elemini kederini suya bırakacak kadar bilge bir ruha sahip olduğunu düşünmek hoşuma gitse de boşa akıp giden suya canım sıkılıyor. Yine de çoğu defa bir şey demiyorum ona. İki çocuğu var memlekette. Onları kocasının ailesine bırakıp eşiyle birlikte gelmiş buralara. Tek istediği, şöyle güzel bir sünnet düğünü için para toplayıp ülkesine dönmek. Oğlunun erkekliğe geçişini tam bir şölen halinde kutsayacak, büyük bir gururla.
Burada kalırken gururun zerresini taşımasa da o gün taşıyacak. Oralarda kimse bilmeyecek, iş bulana kadar yirmi kişiyle fare deliğini andıran pis bir odada nasıl kaldı, aç susuz günlerini nasıl geçirdi. Bunları büyük bir sır gibi saklayacak. Düğün tumturaklı olacak, olabildiğince. Olmalı da. Çocuklarının anneden yoksun, uykusuz geçen gecelerini, onların kâbuslarla boğuşmalarını, unutturmalı. Şu an taşımadığı ne varsa Bahar o gün taşıyacak, biliyorum.
Bahar kahvaltıyı hazırlayıp odama bıraktı ama ben yemekte isteksizim. Aylardır yutmakta zorlanıyorum yiyecekleri. Boğazımda kılçık gibi takılı kelimeler var ve belki de yemek boruma dek uzanan sıralı bağlı cümleler, farkındayım.
Yıllar sonraki karşılaşmamızı hayal ediyorum ama bir türlü düşlediğim gibi olmuyor. Yüzü her defasında silikleşiyor ve artık hayal ettiğim o muhteşem buluşmalarda bir gölgeye, bir boşluğa sarılıyorum. Bir fotoğrafı bile olmadığından bakamıyorum belleğimden ağır ağır silinen yüzüne. Böyle anlarda bir telaş sarıyor beni. Belleğimin tüm odalarını geziyorum, yüzünü arıyorum. Bir kış gününde yanan ateşin başında buluyorum gözlerini, bir sahil kasabasında salaş bir meyhanede bana muhabbetle bir şeyler anlatan dudaklarını, bir parkta kaygıyla çatılmış kaşlarını, elinde yüzük taşıyan ellerini bir otel odasında buluyorum. Hemen oturuyorum çizim masasına. Alıp kalemi defteri, suretini bir daha çiziyorum. Her defasında bakışındaki anlam biraz daha değişiyor. Her defasında anlamını yitiriyor gözleri. Her yenisiyle benden uzaklaşıp ufku yakalamak isteyen bir anlam yerleşiyor gözlerine. Acelem de bu yüzden biraz.
Ya unutursan beni!
Senelerce bekleyen ama kalkma vakti gelmiş o son trenin istasyonu artık terk edeceğini düşünerek, aceleyle çıkıyorum evden. Bahar ardımdan koşar adım geliyor “Abla, böyle nereye!” diyor. Cevap vermiyorum.
Son anda aklıma geliyor da ellerime bakıyorum bahçe kapısını aralarken. En çok onları seviyorum dediğini anımsıyorum. Tırnak aralarımda dünden kalan boya zerreleri. Onlar sana bugün zarif bir hareketle barış çubuğu uzatacaklar tüm iyimserlikleriyle.
Kuaföre gidiyorum. Sarışın, dövmeli, yeni boşandığından oldukça mutlu ama artık düzenli sevişemediğinden daha çok gergin tırnakçı karşılıyor beni. Münasebetsiz zamanlarda gelen müşterisini kıskaca benzeyen tırnaklarıyla alnını kaşıyarak baştan aşağı iyice süzüyor. Sadece oje istediğimi söylediğimde bir mırıldanma ağzının kenarından beni yalayıp geçiyor. Nedense utanıyorum. Tam çantamdan paramı çıkaracakken “Bu defa benden olsun” deyip sepetliyor beni.
Bahçeli bir sitenin önüne geldim. Aralıklı çitlerden görünen binanın önünde erketeye yatıyorum. Geleceği vakte kadar arabada beklemek niyetindeyim. Dakikalar ve saatler sonra vuslata ereceğimi düşünmek içimde dayanılmaz kıpırtılar yaratsa da sabırla bekleyeceğim.
Yıllardır hayalini kurduğum vuslatın nasıl olacağını tekrar tekrar düşünüyorum. Beni görünce, dayanamayıp tek kelime etmeden sarılacak bana. Kırmızı narin bir gül gibi uzattığım elimi sımsıkı tutacak, dikenlerinin ellerini kanatacağını bile bile. Yüzüm gülüyor bu düşle.
Müziği açıyorum, bir şarkı tutuyorum bana cesaret versin, bana bir işaret olsun diye. Olmuyor. Bir parça daha bir parça daha… Duymak istediklerimi duyamamanın sıkıntısı çörekleniyor üzerime. Bir sigara yakıyorum, derin bir nefes çekiyorum. Gözlerimi kapıyorum. Beni görüyorsun, hırsla yanımdan geçip arkana bakmadan gidiyorsun bu defa. Sesleniyorum, duyuyorsun ama bakmıyorsun. Bir sıtma nöbeti geçirir gibi titremeye başlıyorum. Peşin sıra koşuyorum, ellerine zorla yapışıyorum. “Dur! Üşüyorum bak… Özledim…” diyorum. Sana zehirli kırmızı bir elma uzatmışım gibi öfkeyle bakıp ellerimi boşluğa savuruyorsun. Söyleyeceğim her şeyi unutup sadece “özledim” diyebiliyorum, son nefesimi de tüketerek. Yetmiyor bana bu. Bütün özlemler bir değil ki. Benim özlemim başka. Göçmen bir kuş gibi kervana katılıp gidenin özlemiyle, aynı şehirde yaşayıp da sevdiğini görememenin özlemi bir olur mu? Pişmanlığın tüm ağırlığını taşıyan, telafi etmek isteyen ve bunu pişmanlıkla, ayrı oldukları her an düşünen insanın özlemi bir olur mu? Duyduğu sevgiyi içine sığdıramayan, artık onsuz bir an dahi yaşamayacağını anlayan bir insanın duyduğu özlem diğerleriyle aynı olur mu? Bir korku sarıyor benliğimi. Aklımda kalacak son anların bunlar olmasından delice korkuyorum. Sadece “seviyorum” desem hem çok desem. Tüm haksızlıklarımı unutur mu? Bunca sevginin karşısında haksız olmanın hükmü kalır mı?
Ancak planladığım gibi olmuyor hiçbir şey. Camımı tıklatan iki polisin gelişi ile bozuluyor tüm planım. Arabadan inmemi bekliyorlar, denileni yapmaya çalışırken dakikalar içinde tombul, sarışın bir kadın ve elindeki sigarasını söndürmeye hatta topuğuna bastığı ayakkabısını giymeye vakit bulamadan, gazoz pipetine benzeyen uzun bir kadın beliriyor yanlarında.
Sigarasından bir nefes çektikten sonra “Saatlerdir arabada bekleyip evleri gözetliyor bu meczup efendim. Tüm gün tedirgin etti bizi durduk yere!”
Polis, o konuşurken gözleriyle beni süzüyor. O baktıkça üzerimde sabahtan kalma pijamamı, ayağımdaki pofuduk terliklerimi, tarak görmemiş saçlarımı ancak fark ediyorum. Bahar’ın şaşkın bakışları geliyor aklıma. Doğru söylüyor kadın, meczuba benziyorum.
Polis kimliğimi istiyor, ben aceleyle biraz da halimden utanarak arabaya yöneliyorum ama bulamıyorum benden ne istiyorsa. İncecik bir cam gibi oluyorum. Neye değsem paramparça olacağımı hissedip tedirginliğim artıyor. Orta boylu, kumral, tıknaz polis memurunun hiç beklemediğim davudi sesiyle irkiliyorum, kırılmaktan korkarak bir adım geri çekiliyorum “Ne işiniz var burada? Sitenin önünde saatlerdir bekleyip huzursuz ediyorsunuz insanları.”
Ne diyeceğimi bilemiyorum. Sessiz kalmak en iyisi. Devirip gözlerimi yeni yaptırdığım tırnaklarıma bakıyorum.
Polis ısrar ediyor “Niye evleri gözetliyorsunuz hanımefendi”
“Kötü niyetim yoktu memur bey. Bir arkadaşım bu binada oturuyor, onu bekliyordum.”
Polislerin yanındaki meraklı sayısı artıyor. Beni sorgulayan polisin yanındaki memur hakkımda hükmünü vermiş kabalıklar gibi homurdanıyor...
“Kim arkadaşınız hanımefendi” diyor çelimsiz memur.
Gözlerimi kalabalıktan kaçırarak ellerime bakıyorum. Onun adını söylemesem de tırnaklarımı göstersem, “bakın ellerime” desem. “Kötü niyetli olsam bu ellerin bende ne işi var” desem. Kaçamak bir bakış atıyorum cadı avına çıkmış kalabalığa. Keşke oracıkta beni yaksalar da onun ismini istemeseler benden. Bir an önce buradan çekip gitmeliyim. Beni böyle görmemeli. Yıllardır beklediğim buluşma bu değil!
Tırnaklarımı yemeye başlıyorum. Kalabalık iyice gergin sesler çıkarmaya başlıyor. Susuyorum. Kendimi tanımlayacak tüm etiketleri yadsıyarak susuyorum.
Kendimi anlatma çabam yok. Kalabalık, ben sustukça daha cüretkârlaşıyor. Sarışın tombul kadın konuşmaya başlıyor. Duymuyorum onu. Sabahtan beri yardım dileyen kedinin miyavlamasını işitiyorum sadece. Tokmakla başıma vuruyor bu defa. Sırçadan bedenimden ölü uğur böcekleri çıkıp etrafa saçılıyor.
Ne kadar sürüyor bilmem ama sabrın hudutlarını aşacak kadar susuyorum. Polis beni tombul sarışının elinden zorlukla alıyor. Çelimsiz memur beni düşlerimden koparan bu cehennemden bir güzel alıyor. Paramparça olmuş, sırçadan bedenimi süpürerek arabasına dolduruyor. Derin bir oh çekiyorum.