Öykü -Bir Gün Sineği - Elif Akpolat

Yaşamın tüm sahteliğinden usanmış, artık insanı bünyesinde taşımak istemeyen, göbeği hazımsızlıkla şiştikçe şişmiş; yorgun ve karamsar bir dünyadayım. Dün; zerresini göremediğim gri, ağır bulutlar göğü kapladı. Güneş ise, benim gibi boyunun ölçüsünü almış, doğuşunu ağırdan alıyor. Tüm yavaşlığına rağmen, kızıl şavkı, bulutları kayısı kıvamında bir yumurta gibi usulca boyamaya başladı bile. Ama hoşuma gitmiyor bu. Odanın içinde ışık oyunlarıyla yarattığı tatlı yanılsamalar dikkatimi dağıtıyor. Bugün bana ümidin ve hayalin zerresi bulaşsın istemiyorum. Hülyalara dalmadan, kendimi bu renk cümbüşünden koruyarak, tüm gerçekliği tek tek yakalamak isteyen avcı gibi pusuya, odanın en kuytusuna çekiliyorum.

Ayağıma batan cam kırıklarından, içimde karşı koyamadığım bir haykırış beliriyor. Ahhhh! Sesimdeki hırıltıdan avcı değil de yaralı bir hayvan olduğumu hatırlıyorum. Bu defa gün ışığına değil, zifiri karanlığa dayayacağım sırtımı. İyice sürüklüyorum bedenimi karanlığa.

Yüreğim karşı koyamadığım bir telaş içinde. Sanki burada sessizliğin içine gömülü bir adada değilmiş de harabeye dönmüş bir şehrin, çalan sirenlerini duymuş olmanın huzursuzluğu var. Yıkıntıların arasında sakince dolanır gibi gezdiriyorum elimi üzerinde. Terli vücudunda gezindikten sonra kalbinin tam üzerine konmuş ellerimi, minnetle tutup öpüşünü hatırlıyorum birden. Aşınmış ayakkabılarınla basıp geçtiğin yüreğim; isyanla, öfkeyle, duyduğum acıyla bir tempo tutturuyor. Denizaşırı ülkelerde yüzyıllarca sömürülmüş; ama direnmekten bir an olsun vazgeçmemiş siyahilerin ezgilerindeki ritimler bunlar. İsyan aynı isyan…

İnsan içinde bir sürü farklı insancık taşırmış. Romantik, gerçekçi, cesur, korkak, sevgi dolu, bencil, özgeci… vs. Her yaşantıyla içimizdeki birileri palazlanır, birileri yaralanarak can çekişir, kimileri de ölerek bizi terk edermiş. Dün hangilerini öldürdün, hangilerini yanına katıp beraberinde götürdün Üsküdar’a demir atacak o vapurla bilmiyorum. Ama şimdi, içimde dimdik duran, inatçı buklelerini savurarak kalın dudaklarıyla, güçlü hançeresiyle hayata meydan okuyan yeni bilmediğim biri beliriyor. Moloz yığınlarının arasında dimdik ayakta duruyor… Duruşunu seveyim senin!

Yine de azaldığımı, gün gibi güneş gibi yalnızlığımın da biraz daha ağırlaşıp bir yük gibi göğüs kafesimin üzerinde oturduğunu hissediyorum. Hayıflanıyorum, en iyi olanlar gitti. Bana kalanlar ise keskin bıçak ucu gibi anılarla çizip durdu tüm gece bedenimi. Bedenime dokundukça bir kenar mahalle serserisi düşüyor aklıma. Hiç üzerinden çıkarmadığı buz mavi pantolonu, siyah deri ceketiyle esmer, yağız, boylu poslu bıçkın delikanlı. Her akşam yolumu bekleyen, binaların duvarlara adımı nakşeden ama yüzüme bakmaya cesaret edemeyen. Geceleri penceremin altında Müslüm’ün türlü türkülerini söyleyen. ‘dünya tersine dönse vazgeçmem…’ diyerek naralar atan. İsyan aynı isyan…

Bir gece merakıma yenilip camımdan sarkıp ona bakmıştım. Elinde bir kamkaz çakı, kollarına çizikler atıyordu. Bugün olduğu gibi dehşetle açılmıştı gözlerim. Beni görmemişti. Çünkü gözleri ancak bir duvarın üzerinde yan yana gelebilecek olan isimlerimizdeydi. Ona bunu içindeki hangi insancık yapıyordu şimdi merak ediyorum. Sevgi olamazdı taşıdığı. Çünkü sevgi elinde bıçakla gezmezdi tekinsiz sokaklarda. Acıması olmayan âşık yanıydı bunu yaptıran. Ancak aşk insanı böylesine kendisini paramparça etme cesaretini verir, vazgeçmem diyerek naralar attırırdı. Oysa en çabuk vazgeçenler de âşıklar olurdu. Her gece şehvetle, büyük bir arzuyla bedenlerini tutuşturur, sonunda farkına bile varmadan yaşam belirtisi kalmayan kül yığınına dönerlerdi.

Güneş, davetsiz bir misafir gibi odamın içinde yükseliyor şimdi. Eskiden penceremin altında bağdaş kuran şimdi odamda volta atan o serserinin gölgesi küçülmeye başladı. O hiç yapmadığım konuşmayı yıllar sonra yapmak istiyorum. Biraz sonra kaybolacağını bilerek telaşla, ayağa fırlıyor içimdeki biri. Siyah deri ceketine yapışıp, vazgeçmem diyerek haykırırken ne oldu da vazgeçtin benden? Oysa biz tüketmedik de birbirimizi? Konuşmuyor. Her zaman olduğu gibi dilsiz, sessiz kalıyor. Sükûtun altın olduğunu bilerek, konuşsa hepten yok olacağını bilerek susuyor. Gölgesi ağır ağır kayboluyor… Midemdeki geceden kalma bulantı tekrar baş gösteriyor.

Senden bana kalanlar bencil, zalim ve geveze olanlardı. Üstelik gece boyunca tüm acımasızlıkları ile safi gerçeği kusup durdular üzerime. Ve gerçek hiç bu kadar tiksindirici olmamıştı. Zaten oldum olası saf gerçeklikten nefret ederim ben. Bu yüzden gidişinle üzerime üşüşen duyguları savuşturmak için, tüm gece yanımda buraya farkında olmadan çantamda getirdiğim Tante Rosa ‘yı okuyup durdum. Ne diyordu;

…..

Bir aşkın aşk olduğu,

Bir sessizliğin sessizlik olduğu

Bir başkaldırının başkaldırı olduğu günler gelecekti, inanıyordu…

….

En çok bu satırları okudukça sarsıldım. Canım kadının, yıllar önce yaşama, gelecek güzel yıllara dair duyduğu inanç gözlerimi yaşattı. Ve ben bu gece sadece bunun için gözyaşı döktüm. Umudu tüketmek az şey mi?

Arınmak istiyorum şimdi bütün gece dalgalarıyla yüreğimi döven denize atlayıp arınmak ya da ölmek. İçimdeki kötüleri ehlileştirmek belki de. Ama bunu yapmadan önce her şeyi bir bir düşünüp öyle hükmümü vermeliyim. Kalbim tekrar sabırsızlıkla çarpmaya başladı hızla. Bu defa kötü ruhları kovalayıp, içimde vakitsiz ölenleri sonsuz bir kabullenişle bir an önce uğurlamak ister gibi çarpıyor. Hoşuma gidiyor bu.

Ama bunun için hikâyenin en başına en başına gitmeliyim. Her şeyden ve herkesten umudumu kestiğim bir zamanda yüreğimde ansızın parlayan ilk kıvılcıma.

O yeşil gözlerle gözlerimin buluştuğu ilk an. Gözlerim dalgalarda. Hükmü onlar verecekse, gel gitleriyle o anları bana taşımalılar. Beyaz köpükler halinde, kabararak, büyüyerek çarpıyorlar odamın duvarlarına.

Kapıyorum gözlerimi. Güneş ışığının kaçak göçek girdiği floresan lambalarının ancak aydınlattığı öğrencilerle dolu koridordayım. Duvarların ardından gelen piyanonun sesini işitiyorum. Bu müziği çalan parmakların sahibine doğru çekildiğimi hissediyor, ilk kez onu merak ediyorum. Koridordaki uzun siyah deri koltuğa oturup müziğe bırakıyorum kendimi. Ne kadar sonra bilmiyorum müzik susuyor, ben sessizliğe alışmaya çalışırken aniden açılıyor kapı. Yeşil, siyah hareli kanatları olan bir kelebek çıkıyor odadan. Şaşıp kalıyorum telaşla uçan bu kelebeği görünce. Belki yüzlerce kere karşılaşmış olmamıza rağmen ilk kez bu kadar dikkatle bakmış olmalıyım ki kanatlarını ancak fark ediyorum. Uçarak çıkıyor koridordan dışarı. Ben de ona yetişmek için kanatlanmam gerektiğini anlıyorum. Kelebeklere öykünerek kendime renkli pullu kanatlar yerine alelade renklerden bir çift kanat aceleyle biçip ve peşi sıra süzülüyorum. Tabureye oturmuş, uçuşu gibi telaşla sigarasını içerken buluyorum onu. Düşünüyorum Chopinden, Nocturne çalarken yoktu böyle telaşı. Şimdi anlıyorum, oltasını yavaş yavaş çeken bir balıkçının ağırbaşlılığıymış o günkü tavrı. Ben kelebeğe öykünürken oltadaki balıkmışım. Bu hatırlayışla çizik atıyorum bedenime. Onun nedensiz telaşına kapılarak heyecanla, acemice teşekkür ediyorum. Göz alıcı yeşil kanatları oynuyor, tam hatırlamıyorum ama aydınlık bir gülüş beliriyor yüzünde. Bunu bir işaret kabul edip hayra yoruyorum. Utangaç bir telaşla kelebeğe öykünen ben kanatlarımı unutarak çıkıyorum okuldan.

Gün iyiden iyiye aydınlandı. Aniden çıkan rüzgâr tüm bulutları süpürdü gökyüzünden. Fanusu andıran bu cam yığını odayı gürültüye boğuyor. Homurdanıyor pencereler. İçeri girmek, içerde paramparça olan benliğimi de alıp süpürmek istiyor. Henüz çok erken…

Martılar çığlık çığlığa. Çığlıkları büyüdükçe gövdeleri de büyüyor. Feryat ederek havada salınan martının birinin peşine takılıyorum bu defa.

Boğaz manzaralı, deniz kenarında bir kafedeyiz şimdi. Sular dingin. Yaza hazırlanan bir bahar gününün geç vakitleri. Bu defa kanatlarını göremiyorum, sırt çantasının altına saklamış. Ağır konular konuşulacak besbelli. Sohbet ederek kaç saat akıp gitti dingin sulara bilmiyorum. Elinde oldukça etkilendiğini söylediği bir kitap var. Sivas’ı, Ali Baba’yı anlatıyor büyük bir ciddiyetle. İzmir’in çiçeğine, sıcağına oranının rehavetine alışkın bir kelebeğin Sivas’ın bozkırında ne yaptığını merakla dinliyorum. Kanatlarının düşündüğümden daha güçlü olduğuna hükmediyorum, saygıyla. O konuştukça denizin mavisinin, derinliğinin gözlerine yansımadığını fark ediyorum. Sığ suları andıran yeşil gözlerine biraz daha dikkatli bakıyorum. Gözler denizi görmüyor, gözleri gözlerimi görmüyor. Bira şişesinin içindeki köpüklere dalıp gidiyor. Köpükler gibi onun, çarçabuk eriyip gideceğini bilmeden mana arayışımı dikkatle sürdürüyorum. Yüzünde daha önce kimseden tanımadığım kendini ele vermekten çekinen bir hal var, çözemiyorum. Deniz dalgalanıyor…

Beni alıp başka bir kıyıya sürüklüyor şimdi de. Garipçe’deyim. Göğüs kafesimin mutlulukla genişlediğini, tüm evreni içime sığdıracağımı hissettiğim pırıl pırıl bir sabah. Tekir bir kedi, havada nazlı nazlı süzülen martılar ve biz. Başka da kimse yok. Varsa da başka bir şey görmüyor gözlerim.

İki kahve söylüyoruz. Karşımdaki, güneş gibi sıcacık. Gülüşüne, kahkahalarına sarınarak ısınıyorum. Adamın bilye gibi parıldayan gözlerinden bilmediğim renklerde ışıklar yansıyor. Minnet duyuyorum evrene. Açıyor içini. Korkmuyorum, ne kadar derin, bilinmez olabilir ki böylesi yeşil sular diyorum kendi kendime. Aptalca bir cesaretle dalıyorum bilinmez sulara. Sarhoş ve kekeme bir babanın can sıkıntısını, hayata küskün bir annenin yürek yarasını anlatıyor uzun uzun. Anlattıkça soyunuyor, anlattıkça çırpınmayı bırakıyor, derin nefesler çekiyor sigarasından. Çırılçıplak kalıyor karşımda, yeni doğmuş bir bebeğin mana arayan bakışı var gözlerinde. Gülümsüyorum. Sonra kovup elemi, bir müsamere çocuğu gibi birkaç rubai okuyor. Bir mucizeye tanık olur gibi dinliyorum Hayyam’ın dizelerini. Tutuyorum korkan, çokça yalnız kalmış, umar arayan ürkek çocuğun yüreğini. Artık ben varım diyorum, içimden. Işıyor gözleri, işitmiş gibi. Ya da ben öyle sanıyorum. Kapatıyorum gözlerimi mutlulukla…

Günler birbirini kovalıyor böylece. Bazen elinde bir gitarla, bazen smokiniyle siyah bir piyanonun başında, bazen elinde bir kar küresiyle çıkıyor karşıma… Başımı döndürüyor ya da dünya onun kanat çırpışlarına uyumlanmak ister gibi daha hızlı dönüyor. Geceleri uzun uzun sarf ettiği cümleleriyle yaşam dolu kahkahalarıyla içimdeki tüm burçlara tırmanıp kendi suretini asıyor.

Şaraba düşkünüz, şiiri seviyoruz. Her gece dizelerle aşkı şaraba yatırıyoruz. Zaman aldıkça güzelleşsin diliyoruz her an. Ya da ben dilemişim, şimdi anlıyorum.

Dünya hızla dönüyor. Ama zamanla mukavemetimizi kaybediyoruz. Önce o terk etmek istiyor artık her karışını bildiği coğrafyayı.

Dünya döndükçe savruluyoruz. Savrulduğum köşelerde, artık sesini duyamaz oluyorum. En çok sesini kaybetmek ağır geliyor bana. Kulağım kirişte.

Ben daha çok duymaya çalışıyorum, o daha az konuşuyor artık.

O susuyor.

Sustukça, sesim koca dünyada yankılanıp bana dönüyor.

O susuyor.

Sustukça sahibine ulaşmayan ucu yanık mektuplar posta kutumda birikmeye başlıyor.

O susuyor.

Sustukça yüküm ağırlaşıyor.

O susuyor

sustukça ben bileniyor, her gece kendimi kanatıyorum.

O susuyor,

sustukça safi kulak kesiliyorum.

O susuyor,

Sustukça gözlerim büyüyor, adeta bir hurifiye dönüşüyorum.

Bir çizik daha!

Ve gece; artık daha çok düşünen, daha çok sevişen, bir yorgun doğuruyor sancıyla. Zamanından önce doğan yorgun, bir deri bir kemik. Aşk, emziremiyor onu bereketli göğüsleriyle. Yorgun, yaşayamadıklarını düşlemekten bezgin. Yorgun en çok geceleri dağılıyor. En çok geceleri acıyor canı, seviştiği ama yan yana uyuyamadığı sevgiliyi düşlerken. Psyche’nin sevdiğini tanımak isteyen merakı sarıyor en çok o yalnız uyuduğu gecelerde. Ama yorgun olduğundan artık takati yok göreceklerini kabullenmeye, gerçeğini aslanlar gibi göğüslemeye. Takati yok, göğsünde saplı, onu en çok geceleri kanatan oku çekmeye. Alıştı yarasına…

Ve her gece derin bir iç çekişle tüm hayal kırıklıklarını göğsüne doldurup söndürüyor umutla yaktığı mumu. Ne acı!

Bir çizik daha…

Adaya son bir gayretle gelmişti yorgun. Elinde verebileceği hiçbir şey olmamasının mahcubiyeti vardı yüzünde. Patika yolu titreyen dermansız bacakları ile tırmanıyordu.

Dağılmış, paramparçaydı benliği. Birlikte geçirdikleri onca zamanın sonunda geriye bir aşık bir maşuk kalmıştı. Belki ilk kez aşık ve maşuk ağır ağır telaşsız yürüyorlardı bitişe uzanan yolu. Maşuk maşuk olduğu için, maşuk maşuk olduğunu bildiği için uçmuyordu artık. Baş döndürmeye mecali yoktu ya da buna artık gerek duymuyordu. Ama bir süre sonra Maşukun, hep almaktan şişmiş tombul, yürümeye alışık olmayan, pişikli bacakları yoruldu. Sıkıntıyla durdu, birasından bir yudum aldı. Gitmenin tam zamanıydı. Ne işi vardı bu patikada. Biraz soluklanıp ha gayret deyip kanatlarını çırptı. Hep almaktan, hep istemekten şişmiş, hantallaşmış bedenini zorlukla taşıdı kanatları. Ve göğe uzanmayı unutmuş eğri büğrü bir ağacın dalına zorlukla bıraktı kendini. Kızgınlıkla havaya küfürler savurdu. Âşık bunlara sebepti, aşık bundan da sebeplendi.

Maşuk bütün maşuklar gibi kaçıp gitmek istiyordu. Ama bunun için geç kalmıştı. Bir şeylere geç kalmanın verdiği kızgınlıkla son bir gayretle uçmaya yeltendi. Denedi yine uçamadı… Bir şeyler eksikti. Kanatlarına telaşla dokundu kanatlar yerli yerindeydi, yüreğini yokladı, ondan tık yoktu ama aldırmadı. Bir daha denedi, uçamadı…Ne hazindir ki aşığa ellerini uzatarak imdat diledi ondan son kez. Ve aşık son kez ellerini uzattı yüreği gaip maşuka.

Tepeye varmışlardı. Artık ayrı iki dünyaydılar. Çıktıkları tepede aynı güneşi batıramayacaklarını bile bile oturdular yan yana. Güzel bir yanılsama yakalayıp, tüm gerçekliği unutmak umuduyla son bir kez daha sarıldı elleri şarap şişesine. Şaraplar içilse de ne neşeli şarkılar ne sevgiyi yücelten cümleler çıkıyordu ağızlardan. Sıkıldı aşık, sıkıldı maşuk, sıkıldı kelebek, sıkıldı yorgun, sıkıldı dünya, sıkıldı bir gün sineği...

Biradan, şaraptan, çok alıp az vermekten pişikli, tombul bacakları üzerinde doğruldu ve haykırdı:

- Benim ömrüm bir gün!

Kadehinden bir yudum daha aldı yorgun;

- Duymuyor musun beni. Vaktim çoktan doldu diyorum. Bir gün sineğiyim artık bırak beni!

Yorgun, bezmiş bir halde,

- Git o zaman, diyebildi.

Şarabından bir kadeh bir kadeh daha aldı yorgun. Dünya tekrar baş döndürücü hızına kavuştu. Yelkovan hızlandı, akrep gayretlendi. Yorgunun kalbi bir saatin tik taklarına uyumlanarak atıyordu artık. Neden sonra sineğin kanat çırpışının sesiyle vaktin dolduğunu anladı. Ama yorgun o kadar yorgundu ki sineğin ardından bile bakamadı…

42 1