Zeki Demirkubuz hayranı olarak Hayat filmini, vizyona girer girmez izledim. Beni bu yazıyı yazmaya iten şey, Zeki Demirkubuz sinemasına olan beğenim.
Zeki Demirkubuz sinemasına aşina olanlar, onun filmlerini başka gözle ve daha dikkatli izler. Kendisi, bana göre bir iç dünya anlatıcısıdır. Aksiyonlardan, hadiselerden ziyade karakterlerin hadiseler karşısındaki durumlarını, hadiselerin karakterlerde bıraktığı etkileri ve karakterlerin hadiselere verdiği içsel veya dışsal reaksiyonları izleriz. Bu filmde de ana karakterin iç dünyasına yolculuğa çıkarıyor bizi Zeki Demirkubuz.
Filmden önce, oyuncular ve performansları hakkında birkaç kelam etmek istiyorum. Miray Daner, Melis Birkan, Cem Davran, Umut Kurt, Burak Dadak, Doğu Demirkol ve Osman Alkaş’ın ön planda olduğu filmde, oyuncuların her biri, her sahneyi gerçek gibi yansıtmışlar. Bunda da büyük emek olduğu anlaşılıyor. Kurgudan, senaryodan bağımsız büyük alkış hak ediyorlar. Hiçbir sahneyi, hiçbir anı yaşamadan, öylesine oynamamışlar. Umut Kurt’un kızını dövdüğü ve sonrasında kendi kafasını ahşap direğe vurduğu bir sahneyi bu gerçekçiliğe örnek olarak gösterebilirim. Umut Kurt ve Miray Daner sahneyi gerçekten yaşamışlar; sanki Umut Kurt gerçekten kızdığı bir şeylerden dolayı kızını dövüyor. O sahneyi izlerken elinizde olmadan aralarına girip ayırma ihtiyacı hissediyorsunuz. Aynı şekilde Umut Kurt başını direğe vururken kendisine engel olmak istiyorsunuz. Dikkat çeken bir diğer oyuncu ise bana göre Doğu Demirkol; kendisini komedyen olarak tanımamıza rağmen ciddi bir karakteri canlandırıyor filmde. Bunu da üzerinde sırıtmayan bir elbise gibi taşıyor.
Filmin bendeki ilk izlenimi, ilk hissiyatı şöyle oldu; merkezde güçlü bir kadın karakter olan Hicran var ve Hicran, kadını erkeği hep zaafları, zayıflıkları olan güçsüz karakterlerle çevrelenmiş. Hicran ise zayıfları sevmiyor onlara acıyor. Bu annesi olsa bile…
Anadolu’da yaşamın bir döngüden ibaret olduğu, her günün aynı olduğu ve saat saat yapılacak şeylerin belli olduğu mesajı sık sık verilmiş. Bu monoton yaşamı fark eden ve kendini oraya ait hissetmeyen tek kişi olan Hicran, bu durumu değiştirmek için arayışa giriyor ve kaçış yolu arıyor. Sonucunda da evini, ailesini ve sadece iki kez görmüş olduğu, hiç tanımadığı nişanlısı Rıza’yı da geride bırakarak İstanbul’a kaçıyor. Hicran’ın iç dünyası ile ilgili ipucunu ilk bu başkaldırışıyla görmeye başlıyoruz; her günün, sıkıcı bir şekilde birbirini tekrar ettiği ve kendini ait hissetmediği, yabancılaştığı bu ortamdan kaçması…
Bu mecburi, zamansız ve plansız kaçışı ise başına daha başka işler açıyor. Şehir yaşamı çok uzun sürmeyip evine geri dönüyor fakat babasının öfkesiyle karşılaşıyor ve bir daha babası onu affetmiyor. Baba, burada bir anti karakter gibi karşımıza çıkıyor fakat buna rağmen Hicran’ın tek sevdiği kişi de yine babasıdır.
Kader ve Masumiyet filmlerinde olduğu gibi, yine erkek karakter kadının peşinden gidiyor. Bu filmdeki fark ise; erkek bunu sevgisinden, aşkından yapmıyor. Daha kızı sevip sevmediğinden bile emin değil. Onu kızın peşinden sürükleyen şey; gururu ve şerefi. Kendisine göre; kadın onu ortada bırakarak tüm köye rezil etmiştir. Nişanlı Rıza’yı filmin başlarında zayıf, yetersiz bir kimlikte görüyoruz ancak kızın peşindeki kararlılığı, bir duruş göstermesine neden oluyor. Kızı içine düştüğü ortam ve durumdan kurtarmak için bir de cinayet işliyor ve hapse düşüyor. Rıza’nın yokluğunda, köylük yerde söylenti olmaması için Hicran’ı yaşça büyük biri ile evlendiriyorlar. Kocanın şüpheciliği, hayalperestliği, hayallerini gerçekleştirmek için eyleme geçme cesareti gösterememesi kısacası zayıflığı Hicran’ın ondan da kaçmasına neden oluyor.
Anadolu’ya has olarak bilinen, anlatılan; hürmet gören, nispeten bilgili ve nasihat vermeyi seven, babacan bir dede figürü de görüyoruz filmde.
Zayıf karakterlerden biri Hicran’ın annesidir. Bu yüzden annesini sevmez, ona acır. Anne üzerinden; aslında bir gen aktarımı da görüyoruz. Anne figürünün kendi annesi de büyük ihtimalle kocasının sözünden çıkmaz, sözünün üstüne söz edemez bir figürdü. Kendi aile ortamında, anne babasında da bunları gördüğünden, bunları olağan gören bir hal içinde gibidir. Kendisi de aynı şekilde, kocasının hükmü altında yaşıyor. Hatta kızını bile koruyamıyor kocasından. Annenin bu hali kızı karşısında da aynıdır; kızı da onu dövmeye kalksa büyük ihtimalle ona da sesi çıkmayacaktır.
Hicran karakteri film boyunca birkaç kırılma anı yaşıyor. Bunlardan birisi de sonlara doğru, bir ağacın altında önce usul usul sonra ise hıçkıra hıçkıra, iç çeke çeke ağladığı sahnedir. Bu sahnenin duygu bulaşımı üst seviyede. Dört beş dakikalık, sözün aksiyonun olmadığı fakat karakterin iç dünyasında yaşanan duygu yoğunluğu ve bunun seyirciye geçtiği bir sahne. O ağlamanın ardından bir dönüşüm de yaşıyor karakter. O güne kadar babası dışında kimseyi sevmeyen, güler yüz göstermeyen ve bunları bakışlarıyla bile belli eden Hicran giderek yerine sevecen bir Hicran geliyor. Adeta “Hayat bu…” diyerek yaşamaya başlıyor.
Duygular, durumlar seyredene tamamen geçiyor. Bir karakterin hüznü de öfkesi de kargaşa da iç sorgulama da… Her duygu, her durum karşıya çok net geçti filmde. Birçok toplum gerçeğini yansıtmış yönetmen. Daha çok üretsin isterim.
Filmin üç saat civarında sürmesi, kesilip atılan muhtemel sahneler de düşünüldüğünde yönetmen Zeki Demirkubuz’un oldukça kafa patlattığı görülüyor. Büyük bir emek var filmde.
Filmde gerçek hayattan kesitler görüyoruz ve belki de bu yüzden adı Hayat. Karısını döven adam da gerçek hayattan, bulunduğu ortamı ve şartları kabullenemeyen kız da gerçek hayattan.
Kader, Masumiyet ve Yeraltı filmleri bugün bile nasıl beğeni ile anılıyorsa, sanırım on, on beş sene sonra Hayat filmi de anılacak ve en çok da Miray Daner oyunculuğu dile getirilecektir.
Filmi ayrı beğendim, oyuncu performanslarını ayrı beğendim. Özellikle oyuncu performansları anlamında son zamanlarda izlediğim en iyi performanslardandı.