Öykü - Kantocu - Savaş Aşçı

Kantocu

Sabahın ilk ışıklarıyla işten evine gelmiş, her tarafı bembeyaz odasındaki aynalı beyaz tuvalet masasının önündeki küçük taburede oturmuş, dün Hasan ile yaşadığı tatsız konuşmayı düşünüyordu. Bir yandan inler gibi, ağlamaklı bir fısıltıyla “Sabahın sesi kulaklarımda, biri pencereyi açmış yine. Ekşi, yorgun bir tat ağzımda…” diye şarkı söyleyip bir yandan da sığamamanın ve kabul görmemenin çaresizliğiyle makyajını siliyordu Kantocu Sofya. Diline takılan bu şarkı yeni piyasaya çıkan, birkaç gün önce İstiklal Caddesinde yürürken kulağına gelen bir şarkıydı. Algısı duyar duymaz kapmıştı demek ki. Bukleli altın sarısı peruk hala kafasındaydı, gözlerindeki makyajın silinmiş ve bozulmuş haliyle sanki ağlamış gibi görünüyordu. Sofya sahne ismiydi elbet, asıl ismi Levent idi. Bir yandan makyajını siliyor bir yandan da aynadan kendisine bakarak çocukluğundan itibaren almış olduğu eğitimleri düşünüyordu; jimnastik, bale, şan ve tiyatro… Neye yaramıştı tüm bunlar? Her zaman toplumdan dışlanmasına… Kırkına merdiven dayamıştı artık ve elde ettiği yalnızca; Sofya olarak sahnede büyüdüğü zaman ilgi ve kabul görmesi olmuştu. Levent’e dönüştüğü zaman ise toplumda kayboluyor, adını sanını bilen, tanıyan tanısa da anlamak, sevmek isteyen çıkmıyordu.

Sofya olarak da ancak sahnede kabul görüyordu. Sahne sonrası evine dönmek için bindiği taksiden, mahalle bakkalına kadar iletişim kurduğu hemen herkes ya imalı bakışlar atıyor ya da doğrudan gözlerini kaçırıp, kafasını çevirip onunla muhatap olmak istemiyordu. Bu muamelelerden dolayı da sık sık evini değiştirip farklı bir muhite taşınmak zorunda kalıyordu. Çoğunlukla ya bir komşusu “Bu mahallede senin gibiler barınamaz” manasında cümlelerle yolunu kesiyor ya da bakkal aracılığıyla; kendisine, mahalleli için daha kabul edilebilir bir iş bulması söyleniyordu. Her defasında “Ben sanatçıyım, bu da benim sanatım!” diyerek rest çekiyordu. Fakat bu tatsız atışmalar başladıktan sonra o muhitte zamanı dolmuş oluyordu. 

Babası sert mizaçlıydı, gözleri uzlaşıdan uzak, tavırları da gözleriyle paraleldi. Herhangi bir şeye ikna etmek, deveye hendek atlatmaktan zordu. Annesi ise teni gibi, yumuk elleri gibi pamuksu kalbiyle bir kocasıyla bir oğluyla konuşarak orta yolu bulmaya çalışıyordu. Evin arabulucusu, ailenin en ılımlı ve sakin insanıydı. Her defasında nemli yeşil gözleriyle, yaramaz bir çocuk edasıyla “Aman oğlum, biraz babanın suyuna git” diyerek oğlunu yatıştırmaya çalışırken, diğer yandan da “Bey, çocuğun üzerine çok gitme, hevesini alınca zaten vazgeçer” diyerek de kocasının öfkesini söndürmeye çalışırdı. İki inatçı keçi gibi dar bir köprü üzerinde çekişip itişirlerdi. Kazananı olmayacağı belli bir savaş gibiydi onların mücadelesi.

Bale ve jimnastik eğitimi sayesinde incecik ve esnek bir vücuda sahipti. Tiyatro eğitimi ve şan dersleri de sahnede dans edip ve şarkı söyleyebilmesi için ihtiyaç duyduğu diğer nitelikleri tamamlıyordu. Babasının baskısına rağmen kendi yolunu çizmiş ve o yolda ilerlemek uğruna ailesinden kopmuştu. İdealist yanı hep ağır basıyordu. İlk başlarda, bazı özel davetlere gidip ancak birkaç gün yetecek kadar para kazanmaya başlamıştı. Sonrasında işleri yoluna girmiş, hayatını idame edebilecek kadar, görece daha düzenli bir gelire sahip olmuştu.

Yine de içinde bulunduğu toplumda sanatının bir kıymeti yoktu. Hemen her gün bir mahalleli yoluna çıkıp “Bizim mahalle ahlaklı bir yer, edebinle çalış!” diyerek uyarıda bulunuyordu. Bakkal ise canı isterse satış yapıyor, canı istemezse elinde olan bir ürün için “kalmadı” diyerek başından savıyordu. Fakat aynı insanlar, sokak ortasında öldürülen bir kadın için aynı hassasiyeti göstermiyordu. Ahlak ve edep “KADIN” söz konusu olduğunda sandıklara gömülüp küflendiriliyordu.

Son taşındığı mahallede bir tane arkadaş edinebilmişti kendisine; o da Hasan idi. On iki yaşındaydı Hasan ve meraklı, tertemiz bir çocuktu. Her gün elinde salçalı ekmeğiyle koşturup duran, mavi gözlü, sarışın güzeliydi.

Sofya ile Levent arasındaki sıkışmışlıkla, bir yere sığamama arasında gidip gelirken bir tek Hasan ile sohbet ederek avunabiliyordu. Hasan, çocukluğun verdiği merakla çok soru soran bir çocuktu. Levent de konuşabileceği birini bulmanın mutluluğuyla her sorusuna sıkılmadan cevap veriyordu. 

Bir gün Hasan sohbet arasında “Sen ne iş yapıyorsun Levent” diye sormuştu. Levent sanki karşısında akranı varmış gibi gayrı ihtiyari “Kantocuyum ben” deyince, çocuk bunun ne demek olduğunu sorgular gözlerle bakarak “o ne?” demişti. Levent ise, sabırla “Tiyatro gibi ama bu hem tek kişilik hem içinde şarkı ve dans var hem de bunları kadın kılığında yapıyorum.” demiş ve Hasan’ın onu izlediği gibi o da merakla Hasan’ı izlemeye başlamıştı. Hasan ise o güne kadar sadece bir kez okullarına gelen Cevat Kurtuluş’u izlemiş bir kez de televizyonda dansöz görmüştü. 

İki görüntüyü zihninde birleştirmeye çalıştıysa de bir sonuç elde edememiş “Tam anlamadım bunu” demişti. Levent, çocuk için fazla gelecek bilgi vermişlik hissiyle “Bunu boş ver, ileride anlarsın ama tiyatroya benzediğini düşün” deyip konuyu kapatmıştı. Hasan yine de ara ara anlamaz gözlerle bakıp düşünmüş, bir süre sonra da oyuna dalmıştı. 

Levent birkaç gün sonra Hasan’ı kaldırımda tek başına otururken görmüş fakat her zaman olduğu gibi koşarak yanına gelmemesine anlam verememişti. Ağır adımlarla kendisi Hasan’a doğru ilerlemiş ama tam ona yaklaştığı esnada çocuğun kalkıp gittiğini görmüştü. Bunu anlayamasa da üstüne düşmemişti.

Birkaç gün çocukla köşe kapmaca oynamış, en sonunda bakkalın köşesinde pusuya yatıp oradan geçmesini beklemişti. Hasan köşeyi döner dönmez aniden Levent ile yüz yüze geldiğinde bu kez kaçıp gidememişti. Levent “Gel otur bakalım Hasan” diyerek kaldırımı göstermiş ve Hasan’ın oturmasını beklemeden kaldırıma oturmuştu. Hasan da çaresizce oturmak zorunda kalmıştı. 

Bir süre Hasan’ı izlemiş fakat onun kendisine hiç bakmadığını, sıkılgan durduğunu gözlemledikten sonra “Neden benden kaçıyorsun Hasan?” diye sormuştu.

“Hiç de bile, kaçmıyorum!”

“Ama beni gördüğün zaman kalkıp gidiyorsun. Daha önce böyle bir şey yapmazdın sen.”

Hasan, çocukça bir küskünlükle omuz silkerek karşılık vermişti sadece. Levent, çocuğun çözülmesi için önünde oturdukları bakkaldan iki gazoz alıp tekrar yanına oturdu. Gazozu uzattığında onun keskin ve küskün gözlerini görmüştü.

“Sen bana kızdın mı? Küs müsün benimle?”

Hiç bakmadan “Yoo” demişti Hasan.

Levent, durumun ne olduğunu tahmin ediyordu ve eğer tahmin ettiği şey doğru ise, çocuğu doğru düşünce ve davranışa yönlendirmek istiyordu. Ona göre, çocukların zihni bu yaşta böyle kirletilmemeliydi. Ne de olsa çocuklar hem bir şeyi kolay unutmaz hem de merak ettiği şeyi tam olarak öğrenene kadar peşini bırakmaz. Hasan da bir çocuktu ve kantocunun ne demek olduğunu araştırmış, birilerine sormuş olmalıydı…

“Benim yüzümden birisi sana bir şey mi dedi Hasan?” 

Yakalanmış hissiyle “Benimle konuşma” deyip ellerini önünde bağlayarak iyice sırtını dönmüştü.

İçten içe duruma bozulan fakat babasına bile kendisini ifade etmekten çekinmemiş hatta rest çekmiş olan Levent bu meseleyi böyle kapatmak istemiyordu. 

“Tamam senin istediğin gibi olacak ama önce bana neden benimle konuşmadığını söyle.”

“Söylemem!”

“O zaman ben de seni rahat bırakmam.”

Levent’in, onun evine kadar gelebileceğini zannederek bir an ona dönmek zorunda kalmıştı korkuyla. Yanlış anlama sonucu oluşan panikten sonra çocuk aklıyla, kandırabileceğini düşünerek “Konuşuyorum ya işte.” demişti.

Fırsat yakaladığını düşünen Levent “Madem öyle, o zaman senin canını sıkan şey ne?” diyerek sorusunu farklı şekilde sordu. 

“Bizim mahallede kimse seninle konuşmuyormuş.”

“Evet bazı insanlar benimle konuşmuyor ama konuşanlar da var.”

“Benim tanıdıklarım seninle konuşmuyor ama!”

“Onlar konuşmuyor diye sen de konuşmuyorsun, öyle mi?”

Hasan’ın bu soruya cevap vermediğini görünce “Bak Hasan, ben şu bizim bakkalla bir meseleden dolayı tartışırsam, sen oradan alışveriş yapmaya devam etmeyecek misin?”

Bir yanda her gün gazoz, leblebi tozu, top aldığı mahalle bakkalı, diğer tarafta ise mahalledeki tek büyük arkadaşı vardı. Çocuk aklının kefelerinde ikisini tartmaya başladı. İşin içinden çıkamayıp “Bilmem. Devam ederim herhalde.” deyiverdi.

“Peki. Bakkala verdiğin şansı, hakkı bana neden vermiyorsun? Mahalleli ile aramızda bir sorun yok ama onlar benimle konuşmak istemiyor. Onlar konuşmuyor diye sen de konuşmuyorsun.” 

Bu cümleler Hasan’ı düşündürmüş, kendisini haklı gösterecek bir yanıt bulamamıştı. Düşünceye dalıp sustu. Yaklaşık bir dakika kadar sonra aklına bir şey gelmiş gibi “Babam seninle konuşmamı istemiyor, sen nonoşmuşsun! 

Öyle dedi.” diyerek ve elindeki gazoz şişesini yere atıp hızla kalkarak arkasına bile bakmadan koşarak uzaklaşmıştı. Levent, uçurduğu uçurtmanın ipini kaçırmışçasına hüzünle, oturduğu yerde uzunca süre kalmıştı. Kendisine karşı olan tutum ayrı üzüyordu, bir çocuğun toplumun bireylerine karşı bakışının kirletilmesi ayrı üzüyordu…

Bakkalın veya mahallelinin tavırları, tacizleri artık ona olağan geliyordu. Başa çıkamadığı zamanlarda semtini değiştirip, yeni bir yerde kendisine yeni bir hava sahası buluyordu fakat çocukların da bilincinde olmadan kendisine benzer tavırlar sergilemesi canını çok yakmıştı. Artık kendisini tamamen yersiz, yurtsuz ve kimsesiz hissediyordu.

Bunları düşünürken göz yaşları, makyajını silmek için Sofya’ya yardım ediyor, çelişik duygularla Sofya’nın içinden Levent’i çıkarırken sanki ağır ağır Sofya’yı da makyajla birlikte siliyordu…

“Umudu büyüt içinde…” diyerek şarkısına son verdi.

 

Şarkı kullanımı için Radical Noise grubuna teşekkür ederiz.

429 14