“UNUFAK” - HAFIZA KATMANLARI ACI TÜRKÜSÜ - NEVİN ULUSOY
Bilinmeyen, bilemediğimiz, bir ad veremediğimiz kara keder dalgaları benlikte tutunur bazen. Tanpınar’ın “zamansız zaman” dediği “hafıza”, hatırlayamayacağı kadar eski, soluduğu hava kadar yakıcı ve diriltici güneş ışınlarıyla içe dolan asırlarca yaşanmışlıkları bulur dipsiz hazinesinde. Yeni oluş umudu parlar siyah ufuklarında kederin, yaşamın durmak bilmeyen akışı mavi neşe yüklüdür. Mavi, hüznün de rengidir ancak göğün ve denizin sonsuz kucağına da atar varoluşu.
“Canlı oluşumuzun yaşamlarımızın tekrarı için yeterince güzel olduğunda ısrarlıyım,” diyor Ocean Vuong, “Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz” romanında. Hafıza da bir seçim Vuong’a göre. “Çünkü hatırladın ve hafıza ikinci bir şanstır.” Kısacık, “tek kullanımlık” yaşamlarımızda ikinci bir şans. Hatırlamak, yazmak, hafızanın bilinmez dipsizliklerinde tekinsizce yol almak, anılar, anlatılanlar değirmeninde yeni öyküler öğütmek, yaralanarak, unufak olarak yeni bir oluşa ulaşmak sonsuzlukta bir damlayı deryaya ulaştırarak. “Sadece gelecek geçmişi yeniden ziyaret eder,” der Vuong.
“Unufak”, Aras Yayıncılık’ın genel yayın yönetmenliğinden, Agos gazetesindeki ve Birikim, K24 gibi mecralardaki geniş entelektüel ve edebi birikimini bizlerle paylaştığı eşsiz yazılarıyla tanıdığımız Rober Koptaş’ın ilk romanı. Son derece yetkin bir dille kaleme aldığı yazılarından sonra edebiyat dünyasında kendisiyle yeniden buluşmak çok heyecan verici. İletişim Yayınları’ndan Eylül 2024’te çıkan dumanı üstünde kitap, kurgu evreninde nefis lezzetler vadediyor.
Kapağından yüreği gam cenderesiyle yakalayan roman, sayfalarında sırtımızda varoluş dediğimiz, acıtan kayayla karanlık dağlara çıkarıp göz kamaştıran ışık denizaltı mağaralarında dolaştırıyor. Kitabın adı bana, çok severek, yüreğimi de bilmediğim acı tatlarla doldurarak okuduğum, Mıgırdiç Margosyan’ın “Tespih Taneleri” kitabını hatırlattı. Sanki daha kapağını açmadan nelere dair olduğunu biliyordum. Unutturulmaya çalışılan, bilmemizin hiç istenmediği, yok sayılan kapkara lekeler, toprağın, havanın, göklerin ağıt yaktığı zamanlar, konuşulamayacak korkunçlukta yaralar yok sayıldığından bütün bir toplumu sarmış illet.
Gomidas’ı düşündüm, akıl almayacak derecede anlamsız yaşatılanları, geçen yıl izlediğim tiyatro oyunundaki ürpertici zehir anları. Okuma deneyiminde kendi özgünlüğünde yol aldıran bir romanla baş başayken daha derin molalar verdim zihnimdeki çağrışımlarla.
Tiryakilik derecesinde sevdiğim William Saroyan’ın, büyükannesinden dinlediği ve eserlerinde kullandığı memleketi Bitlis’le ilgili anlattıkları, coşku da fışkıran ancak kederli bir sızının diplerinde hep dolaştığı öyküleri, romanları ve Lusin Dink’in yönettiği “Saroyan Ülkesi” filminde onun bağrındaki hasreti bir nebze giderdiği memleket ziyareti sahneleri gözlerimin önünden gitmedi. “Kürtçe, dedi anneannem, kalbin dilidir. Türkçe müziktir. Bir şarap deresi gibi akar, yumuşak, tatlı, parlak. Bizim dilimiz diye bağırdı, acının dilidir. Ölümü tattık hep, dilimizde nefretin, acının yükü var.” der bize Saroyan, “Yaşayanlar ve Ölüler” öyküsünde. Bu yükle tutuyor elimizden Koptaş, acıyı “şarap deresi gibi” akıtarak, “parlak” yazınıyla büyüleyici, katmanlı bir insanlık türküsü söylüyor.
Kitabın başlangıcı soru işaretleriyle dolduruyor zihnimizi, sonra da soru işaretlerinin kaynağına iniyoruz. Karakterler açılıyor, önümüzde geniş bir orman beliriyor, Milço Mançevski’nin “Yağmurdan Önce” filmindeki gibi hemen hemen başladığı yerde bitiyor roman.
Kitapları sığınağı, bulamadığı yuvası bilen bir çocukla birlikteyiz: Artun. Sırtında bilmediği, bilemediği ızdıraplar, ağzında katran bir yalnızlığın, kuşaklar boyu miras sır karaların tadı, sayfaların kucaklayışına bırakır kendisini. “Kitapları, onlar aracılığıyla başka dünyalara ve hatta başkalarının dünyalarına gidebileceğim için sevmemiştim. Orada, o koca binada, o sınıfta, o yatakhanede sürekli olarak boğazıma yerleşmiş, nereden geldiğini bilmediğim bir yumruyla dolaşıyordum ve çevirdiğim her sayfa, içine daldığım her kitap beni oradan uzaklaştırıyor, yumrumu bana unutturuyordu, o an önemli olan sadece buydu.”
Annesi, bir zamanların güzeller güzeli, bakmaya kıyılamayan, hoyratça yaşamın kara değirmeninin öğüttüğü Anna, İstanbul’da bu yetimhanede çamaşırcılık yapmaktadır. Karakterlerin anlatılarıyla yeşermeye başlar hikâye. Anlatıcılar değişir, bir olay anlatılırken o olaydaki kişinin meseleyi ele alıp romanı devam ettirdiğini görüyoruz. Yetimhanede olmalarının sebebi, babası Kevork. Bütün yaşananların acı karasının benliğine işlediği Kevork, sürdürür anlatıyı. Kâh bugün kâh geçmişte dolaşarak hafıza katmanlarında evrensel boyutta hikâye sürer. Dört kuşak, bu kadim toprakların kadim sahipleri, Anadolu’nun artık çoğunlukla kaybolmuş zengin kültürel, toplumsal yaşantısı, damla damla sızan yitiş ezgisi.
“Evimiz orada, o kavaklı şehirdeydi, sonra İstanbul’a geldik çünkü başka İstanbul yoktu. İstanbul yuvamız oldu ama aslında hep yuvasızdık… Bizim dönecek yerimiz yoktu, biletlerimiz tek yöndü.” Kevork, kısa hayatının son demlerinde, “ölmekte olan bir adamın son şarkısı”nı söyler. Kevork, içindeki boşluğun döne döne değirmen gibi öğüttüğü adam. Han Kang’ın “Vejetaryen” isimli kitabındaki Yonğhe gibi çocukken gördüğü şiddet, kendisinden önceki kuşakların yaşadığı, yaşattığı acıların sonunda onu kendisi olmaktan çıkarması, hasta etmesi gibi Kevork da bildiği ve bilmediği acıların katrana çevirdiği bir yürekle yaşar. “Kilit kilit üstüne kapatılmış penceresiz bir kara küpe döndü, içinde kopan fırtınadan dışarı hiçbir şey sızmıyordu.”
Küçükken anne babası zannettiği dedesi ve babaannesinin yaşadıkları, anlatılamayan dehşet, miras kalacak dehşetin üstüne anne babasını ağabeyi, yengesi bilme kederi. “Dünyaları konuşmak değil, susmak üzerine kuruluydu. Konuşmak, anlatmak tehlikeliydi, taşları yerinden oynatacak güçteydi.”
Fındık dedikleri babaannesi Takuhi, İstanbul Edebiyat Evi’nde yazarla yapılan söyleşide Behçet Çelik’in de ifade ettiği gibi gerçek bir kılıç artığı. Ölüp de geri dönen âdeta, yaşama kolu gibi incinmiş sürüklenerek devam eden. Değirmen hem kurtarıcıları hem yok edicileri. O adı bile anılamayacak, en gizli karanlık kuyulardan yepyeni nesillere acı kokularıyla, dumanlarıyla sızan yıkım, değirmenden az da olsa dönüyor onlar için ama bu dönüş, anıların ve geri dönülmez geleneklerin sarsıcılığıyla kökleri unufak ediyor. Değirmende ufalanan buğday taneleri gibi öğütülen yaşamlar.
Küçücükken yıkım bulur çocukları, Kevork’u, akranlarını. “Ama bir resimden kesilmiş, öncekini andırsa da ondan farklı olduğunu, onun harap bir kopyası olduğunu en içlerinde bir yerlerde bildikleri başka bir resme iliştirilmişlerdi ve bu yeni yerlerini, kendilerini oraya ait hissetseler de yadırgıyorlardı, çünkü etrafları çocuk akıllarıyla nedenine vakıf olmadıkları bir yokluk ve husumetle sarılıydı.” Yasaklı kiliseye giderler bir gece yarısı, kilit üstüne kilit asılan kendileridir sanki. Bir ışık hüzmesi aydınlatır gözlerini, yağar pırıltılarıyla bir mucize üzerlerine. Bizlere, gelecek kuşaklara bir aydınlık yol.
Bütün kara anlatılar mucizeye çıkar yine de umut, anlatı, elimizdeki kitap umudun ta kendisi. Ama Kevork, düğme baştan yanlış iliklenmiş ya da anne babasının peşinden ilk İstanbul’a gitme çabasında gördüğü istasyon görevlisinin üniformasındaki eksik düğme. “Kendini düşüp kaybolmuş, yerine dikilmemiş bir düğme gibi hissetti.” Adlarını bile özgürce seçemezler. Zaven Biberyan’ın “Karıncaların Günbatımı” romanında yazdığı gibi tek çare Ermeni olmamaktır, bu da mümkün değildir. Yakasını bırakmaz bu hisler Kevork’un, kendi güçsüzlüğü de eklenince bir kâbus olur çevresine.
İstanbul, kendi insanlarının da onları kabul etmediği bir yer, dışlanmışlıklarını simgeler, yurtsuzluklarını. Bilmedikleri dilleri, kırsal yöreden gelmiş olmaları, aile bağlarının ufalanıp gitmesi. Yurt dışına giden de çoktur. “Memleketlerinden kovulmuşlardı, dünyadan da düşmemek için tespih taneleri gibi dağılmaları gerekti.” Gittiği her yerde bir yabancı olmak, Agota Kristof’un “Dün” kitabında anlattığınca göçmenlerin hep yabancı, eğreti kalması.
Unufak, elbette yalnızca kara yıkımı anlatmıyor, toplumsal sorunları da açık yüreklilikle dile getiriyor. İnsanların bağırlarındaki geçmemiş yaşanmışlıklar değil sadece, geleneğin buyrukları da ızdırap kaynağı. Koptaş, büyük bir yetkinlikle evlilik kurumuna, kadının toplumdaki yerine yer veriyor romanında. Kırsalda erken evlendirilmeyen kız çocuğunun hem kendisi hem de ailesi için bir sorun teşkil etmesi, kadınların nasılsa evlenip bir erkeğin, ailenin bakımını üsleneceğinden dolayı eğitimlerinin eksik kalması, evlenmekten başka bir geleceğe sahip olmaması kadınların ve katlanmanın tek yaşam biçimi olması ayrıntılı olarak irdeleniyor.
“Vejetaryen” kitabında da kız çocuğunun ilerde bir erkeğe hizmet için yetiştirildiğini, modern dünyada da bunun başka türlü olmadığını, eril şiddetin de neredeyse kaçınılmaz bir unsur olduğunu görüyoruz. Kevork’un kız kardeşi Maro, bütün sistemin dışına çıkma cesaretiyle bir özgürlük timsali, yaşam biçimini tasvip etsek de etmesek de mutluluğun, başkalarının düşüncelerinden daha önemli olduğunu bize hatırlatıyor.
Anlatıcıların değişmesi, kahramanların kendisinin anlatıcıya dönüşmesi ve olayları kendi pencerelerinden bize iletmesi romanı capcanlı kılıyor, okuma lezzeti büyüye dönüşüyor, karakterlerin bambaşka, Tanrı anlatıcının iletemeyeceği yönlerini açması ızdırap dolu sayfaları sanat zevkiyle birleştiriyor. Hikâyenin katmanları nefesleniyor, hafif bir meltemle dalgalanan anlatı tülleri berrak birer günışığıyla okuma yolumuzu aydınlatıyor.
Miras sır, karaların tadını damarlarımıza yavaş yavaş zerk ediyor yazar kitap boyunca. Kaçıp gidemiyoruz da değirmen bizi de unufak ediyor. Bizim de hikâyemiz bu, kaçamayız o yüzden, bu topraklar acısı ve tatlısıyla var etmiştir bizi. Bu dağlar, denizler, akarsular, bağrındaki acıyı nefes aldığımız havaya salar. Çaresiz yazar o havayı üfler kalbimize. Acı bir kardeşlik türküsüdür bu, bilelim, beraber yanalım diye. Şifa böyle gelecektir, gelecek midir ama anlatmak ve anlatılanları dinlemek, kalp dilinden kalbe, şifa bu değil midir?
NEVİN ULUSOY