TİYATRONUN TÜM TONLARINI VE İNCELİKLERİNİ BİR ARAYA TOPLAYAN BÜYÜCÜ "AYŞE KÖKÇÜ" - PINAR ÇEKİRGE YAZDI
Afife Reşat, Frola, Opal, Shirley, Neslihan, Belkıs, Nigar, Sonia...
Gözlerindeki o sonsuz ışık çakımları... sarıların, eflatunların menevişlendiği uçsuz bucaksız kahverengilikte yanıp sönen binlerce ışık... gölgesiz, riyasız. Hüzne zincirli bir gülümseyiş var dudaklarında. Nasıl desem, bir hüzün sızıntısı kalmış göz pınarlarında sanki...
Kim bilir belki de Jean Louis Fournicer'in dediği gibi:
"O, kalbini yaprakları arasında gizleyen minik bir enginar olarak kalmayı seçti hep."
Ayşe Kökçü her şeyden önce 'gerçekçi, inandırıcı, klişelere sığınmayan, nitelikli, role boyut katan' bir biçeme sahipti. Nice duygu iklimine rüzgâr, yankı, ses, sözcü oldu. Sahnede insanüstü olmayı başaran, sahnede hayat bulan, yaşayan ender oyunculardan biri çünkü. Dahası, "O, öyle kendisiydi ki."
Nice kırıklıklar, düş bozumları, geçmişte yaşanmış mutsuzluklardan biriktirdiklerini Afife Reşat'ta gövdelendirdiğini hatırlıyorum şimdi.
‘Bir oyuncunun sayılı doruk noktalarından biri’ diye nitelendirdiğim Bayan Frola'da o güz çiğdemlerini hatırlatan, o içe dokunan tebessüm kalmış belleğimde. Hepsi de kanaviçe gibi işlenmiş tüm o kimlikler. ‘Lüküs Hayat'ın Belkıs'ı mesela. ‘Perşembenin Hanımları'nda Sonia. ve tabii, ‘Tatlı Kaçık’ta Opal Kronkie.
O, tiyatronun tüm tonlarını, kıvrımlarını, nasıl desem tiyatro sanatının tüm inceliklerini cömertçe bir araya toplayan bir büyücü. Bir sahne dehası. ‘Shirley Valantine’i defalarca izlemiş biri olarak söylüyorum bunu, gerçek bir sahne dehası. Ah, evet, Bayan Frola ile verdiği oyunculuk dersi… İlk izlediğimde, Pirandello o rolü belli ki, Ayşe Kökçü için yazmış, hissine kapılmıştım.
Nereden, nasıl başlamalı, bilmiyorum. Bizi asla terk etmeyecek bütün o ruh üflediği kadınlardan mı söz etmeliyim önce?
Ayşe Kökçü, adeta şiddeti her an artan bir rüzgâr, taşkın bir nehir, taa yüreğimize yerleşen bir senfoni sahnede. Farklı duyarlılıklara hayat veren bir usta. Yazar, yönetmen, izleyici ile ortak bir lisan yakalayan... sayılı iletişim uzmanlarından biri. Asla vedalaşılmamış bir şöhret. Yirmi küsur yıl devam eden bir televizyon dizisi.
Evet, itiraf edebilirim, gözlerinde, bakışlarında, yüz ifadesinde, beden dilinde, sesinin tınısında o star ışığı da denilen, sihrin izleri mevcut. Kan, soluk verdiği her karakteri biyografisine katabilen, her defasında sahneye yüreğini getirip koyan, ilkeli, onurlu bir oyuncu... ve son itiraf, onun havarisi olduğum için mutluyum.
Kolay ve anlık şöhretlerin yükselen değer sayıldığı bir düzende sanatıyla, duruşuyla yeni bir üslup yaratmasıyla mı girmeliyim söze... her defasında hayata dair bir şeyler fısıldayışıyla mı... yetenek, tekniğin alaşımladığı oyunculuğuyla sahnede var ettiği kimlik her neyi yaşıyor, duyumsuyorsa onu ete kemiğe dönüştüren Ayşe Kökçü'den mi bahsetmem gerekir daha çok? Bazen hırçın, bazen kendine suskunluğuyla duvarlar ören Afife Reşat mı olmalı çıkış notam?
Yoksa, ‘Gözyaşı dediğin nedir ki. Su işte’ diye gülümseyen, bir vakitler büyüdüğünde ille de ‘Bale’ olacağına inanan Soniaşko mu? Belki Nazan. Hani şu Bizimkiler’den Nazan. Kuralcı, otoriter, çağdaş bir kadın. Nazan ile bir toplumun kolektif bilinçaltına sızan ve adeta bir rol modele dönüşen Ayşe Kökçü'yü mü anlatarak başlasam ilk satırlara?
Acaba, hayır acaba değil kesinlikle ve derhal kendi izleyicisini yaratan Ayşe Kökçü'den çıkmalıyım yola? Bedensel anlatım gücündeki kusursuzluğu mu ön plana çıkarsam... Tiyatro yapmaya başladığı günden beri gönlümüzdeki iyi oyuncu unvanını hak eden bu değerli aktrisin giderek ikonlaşan ve vazgeçilmez olan duruşundan mı? Belki hepsinden biraz... hepsinden birer parça. Tadımlık, derler yani hani. İşte öyle. Daldan dala sıçrayarak anlatmayı denesem, diyorum.
Karşısındakinin taa en içine, kalbine bakan bir çift sarı menevişli kahverengi göz. Alıp götüren... etkisi altına alan.
Bir yüzleşme anı... yıllar sonra yöneltmeye cesaret edilen, o soru:
"Biliyorsun sen çocukken tiyatro vardı, dizi, sonra upuzun ve bitmek bilmeyen turneler... özler miydin beni, özlediğinde ne yapardın?" Artık yetişkin bir adam olan oğlunun yanıtı içini eziyor o an. "Çok özlerdim... ve özlemim çoğaldığında odana gider parfümlerini koklardım..."
Hüzün insanın içinde sürüp gider bazen, boyuna tomurcuk verir. Bir sabaha yapayalnız uyansam, yeniden başlasam, başlayabilsem deriz bazen.
"Yalnızlık insanın kendi sesini unutmasıdır" diye fısıldıyor Tülay Bilginer. Ürperiyorum.
Ayşe Kökçü o zamanki soyadıyla Ayşe Sarıkaya'yı 1980’lerin hemen başında "Susuz Yaz"da izlemiştim. Garip bir esintisi, farklı bir edası, sahiciliği vardı seyirciye geçen. Ama öncesi var tabii. 1977 yılında henüz konservatuarda öğrenciyken "Kurtuluştan Belgeler" ile yevmiyeli kadroda yer alıyor. Ardından "Babamın Gorilleri", "Yollar Tükendi"de küçük roller... O kadar genç ki henüz. Savaş Dinçel'in önerisiyle henüz yirmili yaşlarını sürerken çok yaşlı bir kadını canlandırıyor sahnede. İzleyenlerden tam not alıyor. Fakat, oyun bittiğinde, "Bekle" deniliyor. Yeni projeler için, yeni oyunlar için, açılacak kadro için... sadece bekle. Omuz silkiyor, "Bekleyemem," diyor.
Yeni evli... paraya ihtiyaçları var. İşte tam da o günlerde, Mete İnselel'in tiyatrosundan bir teklif geliyor. Kabare tarzı bir oyunda rol alacak. Kabare bilmediği, daha önce hiç denemediği bir tür. Neden olmasın, diyor. Zamana karşı bir yarışta buluyor kendini. Hemen ezberlemesi için verilen teksti çok kısa bir sürede çalışıp çıkarıyor.
Ve büyük gün. Karşında Nefrin Tokyay, Ercan Yazgan, Bülent Kayabaş, Kamuran-Mete İnselel... meraklı bakışlar. Bütün acabaları gideren, o duru, o gerçekçi, o abartıdan uzak oyunculuğuyla büyülüyor herkesi Ayşe Kökçü. Alkışını alıyor. Sözünü söylüyor. Bir sezon boyunca sahne aldığı İnselel Tiyatrosu'ndan kopma zamanı geliyor. Şehir Tiyatrosuna dönme vakti, diyelim buna.
Stajyer kadro için müracaatta bulunuyor.
Uzun, yorucu bir prova sürecinin ardından "Marat / Sade". Salkım saçak yazıyorum ya, atlamamam gereken ‘Babamın Gorilleri’nde yaşar kıldığı, Ermeni kadın tiplemesi. O ufacık rolle büyük ilgi görüyor ve "bu kadına dikkat" dedirtiyor, gelecek vadeden oyunculuğunun altı çiziliyor.
1980 yılı. Uluslararası İstanbul Festivali kapsamında, Rumeli Hisarı'nda yirmi akşam sergilenecek olan ‘Kanlı Nigar’ oyununda Gül Gülgün'un son anda rolü bırakmasıyla, cihan yandı ‘Kanlı Nigar’da buluyor kendini. Karşısında Münir Özkul. İşte meslek hayatında bir başka doruk, diye tanımlıyorum ‘Kanlı Nigar’ı. Belki de ilk kez ismi belleklere kazınıyor... bir daha hiç silinmemecesine. ‘Bahar Noktası’ var sırada. ‘Susuz Yaz’ var.
“Kuzguncuk'da oturuyoruz o sıra. Vapurla geçiyorum oyun sonrası. Kış... soğuk yerinde. İyice sarıp sarmalanmışım. Manavdan alışveriş yapıyorum. 'Abla,' dedi manav. 'Geçen akşam seni izledik tiyatroda... bir mektup okudun ki, olmaz böyle şey..."
İşte, tiyatronun büyüsü. İşte ilk ödül. Tamam, sırada televizyon dalında en iyi kadın oyuncu seçildiği Altın Kelebek ödülü var, İsmet Küntay, Ankara Sanat Kurumu yılın en iyi kadın oyuncu ödülleri var, sayısını hatırlamadığı Lions en iyi kadın oyuncu ödülleri de... ama o manavın sözleri…
Ve 1984. ‘Büyük Jüstinyen’de ölü yıkayıcısı Ayşe Kökçü. Küçük bir rol. Hatta küçücük bir rol. Ah, evet... gizli bir el ya da ellerin hazırladığı o memnu listeden haberi yok tabii. Kimler hep başrollerde, kimler daimi olarak figüran kadroda kalacak o listede adlar tek tek belirtilmiş bir kez. Öncesi, sonrası yok bu işin. Dedim ya, biri, birileri oturup kaleme almış bu listeyi. Alın yazısı değil, biri veya birilerinin el yazısı sadece. Ayşe Kökçü'nün de ismi var... hüküm verilmiş. Figüranlıktan çıkış yok. Şimdilik!
Karar zamanı... bir şeyleri denemenin zamanı. Tıpkı Antigone gibi yazgısını değiştirme zamanı. Neden olmasın?
Gencay Gürün'ün odasına giriyor Ayşe Kökçü.
"Efendim, kendimi anlatmam... ben şöyle oyuncuyum, demem hem yakışık almaz hem nesnel olmaz... sadece bugüne kadar yaptıklarıma bir bakın, diyeceğim..."
‘Büyük Jüstinyen’deki ölü yıkayıcı rolü kaldırılıyor bir akşam. O artık Lüküs Hayat'ın ışıltısına kapılmış Belkıs Hanım. Belkıs Hanımefendi.
"Gayrı kabil mümkün değil" cümlesi dillere pelesenk oluyor bir anda. Suna Peksuysal, Alev Gürzap, Zihni Göktay, Birsen Kaplangı, Fatoş Balkır, Necdet Yakın, Sezai Altekin, Melike Zobu, Atacan Arseven, Ersun Kazançel... kimler yok ki kadroda. Tam on yedi sene Belkıs Hanım olarak fırtınalar estiriyor sahnede. Laf aramızda, Lüküs Hayat’ın Lüküs Hayat olduğu günler. Lüküs Hayat'ın henüz şirazesinden çıkmadığı en su katılmamış hali.
Sonra, sonra...
Sonra diğer oyunlar, başroller... ödüller. Reklam filmleri. Sinemaya ilk merhaba. Şener Şen ile Çıplak Vatandaş, Aşık Oldum filmleri. Yengeç Oyunları ve son olarak Gelmeyen Bahar. Bir çabukluk... bir yaşam yoğunluğu. Provalar, yeni oyunlar.
İşini seviyordu. Ötesinde safkan bir oyuncuydu. Yetenekliydi. Sahne tılsımına sahipti. Hayattan yedeklediği an’ları paylaşmaya hazırdı. Hem de hiç olmadığı kadar hazırdı. Paylaştı da. Bu bağlamda; Tiyatro sanatına, tiyatromuza oyuncu olarak yaptığı katkı, getirdiği soylu çizgide alçak gönüllüğe yer yok, diyorum.
İki Efendinin Uşağı, Vişne Bahçesi... derken Çetin İpekkaya arıyor bir gün:
"Bak Ayşe, harika bir oyun geçti elime... tek kişilik ve sana çok uygun."
Okuyor Ayşe Kökçü.
"İşte böyle oynayacaksın," diyor İpekkaya. "Şu an okuduğun gibi. Düz, yalın."
Shirley Valantine ile zirvenin de zirvesine çıkıyor bir anda. O artık Shirley... o artık bir kadın, bir hayat. Bir oyunculuk şahikası diye tanımlayabileceğimiz, tiyatro tarihimize geçen, Ayşe Kökçü'yü yarınlara taşıyan bir başarı. Seneler sonra Shirley Valantine yeniden sergilendiğinde, yine Ayşe Kökçü ile anılacak, eminim. Her kim Shirley olursa, hep Ayşe Kökçü yorumuyla kıyaslanacak, biliyorum.
Derken, Polisin Müşterileri, Meraki ve yeniden, yepyeni bir Kanlı Nigar. Ayşe Kökçü'nün bilenmiş oyunculuğuyla büyük beğeni toplayan, kapalı gişe oynayan tüm o eserler. Tatlı Kaçık mesela. Ölüm Tuzağı.
Daha önce dediğim gibi, Pirandello'nun, izlerken adeta Ayşe Kökçü için yazılmış, hissine sürükleyen Size Öyle Geliyorsa Öyledir’de unutulmaz Bayan Frola kompozisyonu... o yakamoz ıslağı gözlerin tılsımıyla, izleyen herkesi efsunlayan Bayan Frola.
“Yaşlı bir kadındı Frola. Acılı, yıkık. Evet, farklı bir biçimde ele aldım rolü. O günkü yaşımla oynadım. Sadece makyajımı azalttım o kadar... benzer acıları her kadın, her yaşta yaşayabilirdi çünkü... yaşıyordu. Hem ben de... "
Hatırlıyorum, Dört Kişilik Bahçe bitmişti. Ağlıyordum. Ersin Umulu'ya sarılmış ağlıyordum. Ama öyle böyle değil hıçkırarak. Kendi Dört Kişilik Bahçe’mden çıkıp gelmiş olduğum için mi, Fatma Reşat'ı, Lamia'yı, ille de Afife Reşat'ı tanıdığım, onlarla bir kan bağım olduğu için mi? (Cevap: Hepsi.) Neyse uzatmayayım, salon tümüyle boşalmış. Ben hala Ersin'e sarılmış ağlamaktayım. Biraz sakinleşince kulise geçiyoruz. Tek tek tanışıyorum oyuncularla. İşte Ayşe Kökçü ile ilk karşılaşmam o güne denk gelmişti. Ağlamaktan kızarmış gözlerle kim bilir nasıl gözüküyordum? Sonrasında Perşembenin Hanımları’nı her izlemeye gittiğimde oyun öncesi kuliste merhabalaşmamız vardı.
Ama asıl, bir davette aynı masada oturmuştuk ve konuşurken söz döndü dolaştı bir anıya geldi... göz pınarlarında birken yaşlar... diyorum ya, sarı harelerin oynaştığı kahve tonların bir göze bu kadar yakışabileceğini daha önce hiç fark etmemiştim.
"Mersin'de turnedeyiz. Lüküs Hayat’ı oynuyoruz. Oğlumun anaokulunda müsameresi var. İki günlük boşluktan yararlanıp izin aldım. Telaşla İstanbul'a geldim. Eve vardığımda müsamere için çıkmak üzereydiler. Babası, annem, babam, bakıcı kadın... karşıladılar beni kapıda. Oğlumla kucaklaştım... birden gözüme çarptı, yeleğinin bir düğmesi kopuktu... ya kimse ayrımsamamıştı... ya o an kopmuştu, bilemiyorum... bir anne gözü yakalamıştı o düğmenin yokluğunu... hemen orada iğne iplik bulup dikivermiştim... sanatçı olmak, hele ki anne ve sanatçı olmak ödenecek nice bedeli de beraberinde getiriyor... bu kaçınılmaz."
Sözden söze geçiyoruz. Konudan konuya.
"Şuna inanıyorum, bizim yaşımıza uygun roller mevcut. Belki kimi büyük, kimi daha ufak kompozisyonlar... asıl olan bunları bulup çıkartmak sanırım. Sahnede ne kadar uzun kaldığın değil bana göre önemli olan... sahnede ne yaptığın ne kadar sahici olabildiğin... yaşar kıldığın karakteri nasıl ele alıp, yorumladığın... yoksa rolün küçüğü, büyüğü olmuyor. Dahası, bizim meslek gönül işidir, sevgi, tutku işidir. An gelir kendinden bile vazgeçmeni mecbur kılar. Zordur. Yeteneğin yanında, çalışmayı gerektirir, öyle parmağının ucuyla yapamazsın bu mesleği... yaparsan tökezler, bitersin. Sahne bağışlamaz çünkü... sahne hiç bağışlamaz. Özveri, disiplinle harmanlanmış bilgiye, birikime, düş zenginliğine bağlı bir yaratıcıktır esas olan. Tutku, sevgi, içgüdüyle kotarılan roller böyle çıkar ortaya... odakta, nasıl desem en derininde sanatçı duyarlılığı, sanatçı kimliği, sorumluluğu olmalıdır..."
Yıldızlar düşüyor gözlerine... o içinde sarı ışık çakımları olan eşsiz güzellikteki gözlerine.
"Size ihtiyacımız var Ayşe Hanım," diye mırıldandım. "Çünkü sizin değerinizde, sizin gibi gerçek sanatçılar o kadar az yetişiyor ki."
Arthur Rimbaud'u hatırladım sonra. "Birdenbire Sonbahar." Hep böyle olmamış mıdır? Bir şiirin bittiği yerde bir başka şiir başlar...
PINAR ÇEKİRGE