Ne Okumalı?
DUVARLAR
Yayın: Everest Yayınları
Editör: Devrim Çakır
Kapak Tasarım: Hamdi Akçay
Sayfa Tasarım: Adem Şenel
Düzeltmen: Okan Yılmaz
DÖNEM: 60’lar – 70’ler – 80’ler
Sağ – Sol çatışmasının ateşli olduğu yıllar. Her iki taraf da kendine göre yorumlayabilir fakat üstün körü göz attığımda dikkatimi çeken en belirgin şey; solcuları genellikte idamla cezalandırırken sağcılara 8 ila 24 yıl arası cezalar verildiği. Bu cezaların çoğu da adam öldürmelere verilmiş cezalar.
Hikâye veya romanlarda çoğunlukla ya İlahi Anlatıcı kullanılır ya da Ben Anlatıcı. Ben Anlatıcıda tüm hikâye ana karakter ağzından anlatılır. Bu kitap da Ben Anlatıcı ile yazılmış fakat karakterler kendileri Ben Anlatıcı şeklinde aktarıyor kendi hikayelerini. Hikâye, Halil karakterinin kendi hikâyesini anlatmasıyla başlamışken, aynı olaylar her bölümde diğer karakterlerin kendi anlatımıyla devam ediyor. Her karakter hikâyeyi kendi tarafından anlatıyor. Anlatım İlahi Anlatıcı ile aktarılmış olsaydı, tekrar tekrar aynı şeyleri okumak durumunda kalmazdık, tek seferde tüm karakterlerin hikayesini görebilirdik ama farklı bir yol izlemek adına böyle bir şey tercih edilmiş.
Hikâyenin başında ana karakter HALİL; davalarını kitaplardan öğrenmeye çalıştıklarını, haklarını savundukları insanlarla aslında çok fazla temas edip onları tanımaya çalışmadıklarını anlatıp özeleştiri yapıyor. Aslında yazar da döneme bizzat şahit olmadığı için özümseme konusunda biraz sıkıntı var, bizzat şahidi olmadığı şeyleri aktarıyor ve bu nedenle oturmayan bazı şeyler var gibi…
Anlatım, gerçek zamanda bir kaçışla başlıyor ve Geri Dönüş tekniği ile hadiselerin öncesi anlatılıyor. Kaçıp saklandıkları evdeki arkadaşı Mustafa aracılığıyla toplumdaki mezhep çatışması ve önyargılara, ayrıştırmaya bir eleştiri var. Mustafa’nın kısık sesle “o akşam emmimlerle cemden gelmişiz…” demesinden bunu anlıyoruz. Ortamda kendilerini duyabilecek bir yabancı bile yokken, toplum baskısı ve ayrıştırma onu bu şekilde temkinli olmaya itiyor.
Aslında dava adamı olmayan HALİL, bir gün okulda ortalık karışınca arada kalıp dayak yiyor ve ondan sonra o da azınlık olan, dayak yiyen tarafa geçiyor. Net olarak taraf olsa da amacını, geleceği, ne yaptığını bilmeden seçimini yapıyor. Sıkça da kendini sorguluyor bu konuda. Herhangi bir sonuca varamadan girmiş olduğu yolda yürümeye devam ediyor. Onu tetikleyen şey; üç kişiye saldıran bir kalabalığın yapmış olduğu haksızlıktı. Bir anda kendini her şeyin içinde buluyor.
BİRGÜL karakteri üzerinden toplum baskısına, kalıplara eleştiri var. Çocukken komşuları “Ne olacaksın büyüyünce?” dediğinde annesi “Büyüyecek, önemli insan olacak” diyor. Birgül ise buna karşılık, hep çocuk kalacağını söylüyor. Toplumda bir yer edinebilmek için bir statüye sahip olmak gerektiği inancına eleştiri söz konusu.
Yine Birgül karakteri üzerinden bir toplum eleştirisi var. Kilolu olduğu için arkadaşlarınca dışlanıyor. İnsanların şekilciliği, dış görünüşe verdiği önem eleştiriliyor.
Birgül, liseye başlamasıyla kendi küçük dünyası dışındaki gerçekleri görmeye başlıyor. “Mahallenin dışındaki dünya hızla dönüyor, bazı yerlerde çatır çatır çatlayarak değişiyordu.” derken aslında çevrede gelişen çatışmaları hissedip bir şeyler olacağını anlıyor gibi. Henüz kanlı 1 Mayıs ve üniversitedeki bombalama olmamış. Ama gerilimler yaşanmakta.
Gençlerin hemen hepsi idealist. Kimi mühendis olma, kimi öğretmen olma amacında. Fakat hepsinin ortasında sağ sol çatışması var. Bunun yanında da “Aşk” var. Birgül’ü emelinden alıkoyan da aşk oluyor. Solcuların ateşli konuşmacısı Halil’e âşık oluyor. Birgül üzerinden; güzel duyguların yaşandığı anlarda zamanın durması isteğine vurgu yapılıyor. Çocukken büyümek istemiyor, aşıkken de okulu bitsin istemiyor.
Kitapta birkaç bölümde, karaktere kurşun döktürülüyor. Bunun üzerinden bir batıl inanç eleştirisi var. Birgül’ün annesi en ufak bir değişiklikte hemen kurşun döktürmek için hocaya koşuyor.
OĞUZ da birçokları gibi maddi zorluklar yaşayan bir aileye sahip, babası fabrikada işçi ve o daha yetişkin olmadan babası iş kazasında feci bir şekilde ölüyor. Bunun yanında da hasta bir kız kardeşi var. Ailenin babadan sonraki reisi... Oğuz kendi hikayesinin başında aslında ailesine ne kadar önem verdiğini ve onlar için neler yapabileceğini vurguluyor. “Hepsini çok severim… onlar için yapamayacağım şey yok.” diyerek bunu ifade ediyor. Bu ifade önemli çünkü ileride yapacakları şeylerden sonra bu tekrar aklımıza gelecektir.
“Duvardaki Leke” bölümünde, iktidar eleştirisi var. Yolsuzluk gibi, hukuksuzluk gibi temel sorunlara duvardaki bir lekeymiş gibi gönderme yapıyor. Duvardaki lekeyi tekmeleme de iktidara karşı protesto. Hatta, leke diye bahsettiği şeyin zaman zaman filmlere konu olduğunu ifade etmiş.
Oğuz’dan sağcılara muhbirlik yapması isteniyor ve bunun sıkıntılarını yaşıyor. Yaparsa kardeşi ameliyat edilerek sağlığına kavuşacağı sözü veriliyor sağcılar tarafından. Bu bölümde karakterin iç çatışması biraz daha şiddetli verilebilirdi. Sanki tam yeterli olmamış gibi o kısım. Çok önemli, hayati bir karar veriliyor çünkü.
AYSEL hikâyeye en son dahil olan fakat en önemli karakterlerinden. Köyünden okumak için gelmiş neşeli, konuşkan genç kız olarak görülüyor. Aysel karakterinin sosyal özellikleri mantıklı gelmedi çünkü kısıtlı imkanlarla küçük bir kasabada yaşamış, annesini yeni kaybetmiş ve babasını geride bırakarak okumaya gelmiş birisi bu kadar neşeli ve sosyal olması uzun aman alacak bir şey. Kitapta ise karakter ortamın enerjisini yükselten, neşe getiren bir tip olarak karşımıza çıkıyor. Bu, yaşadıklarıyla uymuyor. Böyle bir geçmişi olan birisinin daha içe kapanık ve belki tamamen asosyal olması beklenir. Belki yazar da beklenmeyen bir şey yapıp, ters köşe yapmak istemiştir ama uymuyor bence.
Aysel, yaşadığımız şehrin farkında olmadığımızı anlatıyor bizlere. Çoğumuz yaşadığımız şehrin birçok yerini hala görmemişizdir. Aysel bunu öğrenince şaşırıyor.
Küçük yerde, belli sınırlarda yaşaması onda denize bir özlem uyandırmış. “Ben denizi severim. Yaşlılığımı da denizi olan bir yerde geçirmeyi isterdim. Kırışıklarıma, çökmüş vücuduma, sarkan cildime, eğilip bükülmüş sırtıma aldırmadan yüzerdim. Öyle çok yüzerdim ki, beni görenler, azmime ve denize tutkuma hayran kalırlar, yaşlanınca benim gibi olmayı dilerler…” derken bende kuşlara özenme hissini uyandırdı. Zaman zaman kuş olup uçmak, kuş gibi özgür olmayı isteriz, bu da biraz bende böyle özgür olma isteği uyandırdı.
Karakter duvar metaforu yapıyor; yaşamın her anında birilerinin çizmiş olduğu sınırlar veya kurallar içerisinde yaşama zorunluluğunu eleştiriyor. Evde anne babanın, sosyal çevredeki insanların, iş yerinde patronların çizdiği sınırlar içerisinde hapis olarak yaşandığını ifade ediyor.
Aysel’in babasına yazdığı mektuplar olayların akış sırasına göre kurgu içinde aktarılsaydı daha iyi olurmuş. Mektupların hepsi peş peşe ve en sonda eklenmiş metnin içine.
Her bölümde bazı kelime veya kalıplar tekrar tekrar ve peş peşe kullanılmış. Okurken bunlar hem yorucu oluyor hem de okuyanı duygudan uzaklaştırıyor.
Aysel, Oğuz’un muhbir olduğunu öğreniyor fakat bunu nasıl öğrendiğini anlayamıyoruz. Bu belirsiz kalmış biraz.
---------------------------------
UNUTKAN AYNA
Yayın: Yapı Kredi Yayınları
Editör: Devrim Çakır
Kapak Tasarımı: Nahide Dikel
Sayfa Tasarımı: Mehmet Ulusel
Grafik Uygulama: İlknur Efe
Kitabın konusu; Ermenilerin göçe zorlanması ve anlatım da Çerçi Boğos adında bir Ermeni’nin çete tarafından öldürülmesiyle başlıyor.
Tüm Ermeni karakterlerin hissettiği korku, okuyucuya geçiyor.
Halkların iç içe gündelik yaşamlarını sürdürdüğü görülüyor, aralarında bir sorun yok. Bu birlikte sorunsuz yaşamayı net bir şekilde görüyoruz. Başlarda bir yerde Memet, Kirkor’a “Allahtan bir dileğim var…bu dünyada seni ve beni ayırmasın.” Mehmet ve Kirkor’un dostluğunu kitabın sonuna kadar göreceğiz.
Binbaşı Fuad üzerinden toplum eleştirisi var. Binbaşı hem evlerine sığınan Ermeni kıza his besliyor hem onu çarşaf içinde hayal ediyor hem de Ermeni kızlarının okur yazarlığını övüyor. Karakter biraz riyakâr görünüyor. Kendi alaturka oluşunu unutup alafrangalığa özeniyor.
Rumlar, Ermeniler ve Türkler bir arada huzur içinde yaşıyor gibi görünüyor fakat bir tarafın başına bir şey gelecek olsa diğerleri felaketi fırsata çevirecek durumdadır. Ermeniler tehcir edilirse Rumlardan bazıları onların iş yerine konmayı düşünüyor.
Nevşehirliler ise Ermenilerin gönderilmesi sonrası ortada kalacak Ermeni kadınlarını ve mallarını aralarında paylaşmak istiyor.
Çanakkale gazisi Şevki üzerinden, savaşın acı yüzünü görüyoruz. Bir gözünü ve bir bacağını savaşta kaybetmiştir. Bu şekilde memleketine döndüğünde ise orada da ortam pek iç açıcı değildir. Bir yanda Balkanlardan gelen muhacirler bir yanda yerinden yurdundan ve inancından vazgeçmek zorunda olan Ermeniler vardır…
Tüm bu karışık ortamda insanlar, idarecilerin gözünde insandan ziyade sayılardan ibaret. Gelenler, gidenler, ölenler sadece sayı. Neler yaşadıkları göz ardı ediliyor.
“Boğos’un sattığı aynaya gelince, o aynaya bakan kişi orada kendini değil başka birini bulurmuş” derken, aynaların büyüsü vurgulanıyor. Ruh hallerimize göre de kendimizi bazen çok daha güzel, bazen çirkin veya solgun görebiliriz. Aslında her zamanki gibiyizdir. Veya olduğumuzdan çok daha iyi olduğumuzu düşünebiliriz aynaya baktığımızda.
Peşinden gelen cümlede “Bu, öyle bir aynaymış ki, bazen kimse ona bakmazken üzerinde beliren birileri, oradan evin içini izlermiş” diyor. Bu kısım da bana, olduğumuz kişi olmaya devam etmemiz gerektiğini düşündürdü.