PINAR ÇEKİRGE'NİN, OYUNCU/YÖNETMEN ORHAN KILIÇ İLE GERÇEKLEŞTİRDİĞİ RÖPORAJ
HAYATIN CRESCENDO'SUNA TAKILI KALMIŞ HATIRALAR...
Şafak dökmüş, gün varlığını sürdürmüştü. Sabahın sisi denizin üzerine iniyordu. Hava serindi. Paşabahçe sahilinde tek başına yürüyordu genç adam. Hüzne çalan yüzünden bir gülümseme oluştu.
Aras Dağlı, Miran Ağa, Mehmet Kandemir, Yüzbaşı Tevfik, Fırtına Murat, Arnavut Mehmet'i düşündüm bir an. Karadeniz'e doğru açılan tekneye benziyordu.
Yıllar hoyrattı. Yıllarca yıllara ekleniyordu hiç durmadan.
" Sevgiyi bilmeyenin acıyla işi olmaz" ( ¹ ) diye mırıldandı, sakalları Ted'in uzamıştı. Bakışları donuktu. Bakışlarında yağmur serinliği vardı. Kafanızın içi karmakarışıktı, farkındaydım.
"Ben bir sosyopattım, bir nekrofili ama asla sıradan bir katil değil."(²)
"Herkesin nefretini ürkütmüyor beni..."(³)
Ted'in son elli altı dakikasıydı... ardında suskunluğun, kırılan hayallerin hicranlı parıltısı kalacaktı belki de. O bir ruhun boyudan boyanın yırtıldığını hissediyor. Sahi, hayatını geri sarmak mümkün müydü?
"Dionysos'un Çocukları" röportaj serimizin son konusu Orhan Kılıç ile tiyatrodan, yaşamdan konuştuk uzun uzun. Universitaet der Künstezu Berlin'den mesela. Ayşen Gruda'dan, Franz Moor'dan, Göttingen'de soğuk bir gün batımından... üstü hüzün tutmuş zamanlardan.
Hani Zweig " yıldızın parladığını anlıyor" ve anlatıyor ya, neredeyse reklamsız, sansız bir oyuncunun yıldızının parladığı o an'ı, sonrasındaki güzel anları, içinde alazlanan tutkuları, buğulu bir pencere camına ilk ne yazacağını da ona sordu.
Orhan Kılıç ile akıp giden bir zaman koridorunda, tüm o oyunları, yalnızlığın sağanağına, hayatın crescendo'suna takılı kalmış hatıraları konuştuk anlayacağınız. Bazen bir kuliste, bazen Abraham Paşa Koru'sunda bulduk kendimizi. Bazen August Diehl karıştı söze... bazen Frankfurt Güzel Sanatlar Akademisi Rektörü Hans Hollman:
"Siz, Herr Kılıç, her on senede diyemem ama yedi-sekiz yılda bir ortaya çıkan ender yeteneklerden birisiniz."
Hikayet-ül Orhan Kılıç ya da Orhan Kılıç'ın yeryüzü yolculuğu, Kılıç Ailesi'nin beşinci çocuğu olarak 19 Ekim 1974 Cumartesi günü Berlin'de başlamış. Dışarıda soğuk, sırılsıklam bir yağmur.
Okul yıllarını şöyle bir düşününce, ne yalan söyleyelim, hiç de başarılı bir öğrenci değildi Orhan Kılıç. Sınıfta en arka sırada oturur ders çalışmaktan hoşlanmaz, verilen ödevleri umursamazdı... fakat o kadar sevimliydi ki, hani şeytan çekici derler ya, kimse kızmazdı onun bu haline.
"Özgür ruhluydum, baskı, emir altına giremezdim... dayatılan, önerilen hayatları her defasında elimin tersiyle ittim. İyi de yaptım."
Orta birinci sınıftan sonra Göttingen'de devam etti öğretim hayatı. Oldum olası, tüm müsamerelerde görev alan, şiir okuyan Orhan Kılıç, bu defa da Göttingen'de okulun tiyatro kolunda, üstelik tek Türk talebe olarak buldu kendini.
Aklında, hayallerinde hep sahnede olmak vardı. Alkışın büyüsüne kapıldığı doğruydu. İlgi odağı olmak, beğenilmek, onaylanmak, değişik karakterlere ses ve yankı olmak istiyordu. İstiyordu da babası...
"Babam, hayatında tiyatro binasının önünden dahi geçmemiş biriydi."
Neyse ki Almanca Öğretmeni Peter, Orhan Kılıç'ın yeteneğini ayrımsar ve konservatuar sınavı için elinden geldiğince öğrencisini hazırlar... ve ver elini Berlin.
Cüneyt Arkın mı olacaksın başımıza?
"Hiç unutmuyorum o sabahı, hayatımın dönüm noktası. Annem ve babama aylardır söylemeye çalıştığım şeyi sonunda söyleyeceğim. Hem heyecanlıyım hem de çok korkuyorum tepkilerinden. Babam koyu Karadenizli, dediğim dedik çaldığım düdük, bir insan. Anneme bakıyorum o da bir şeylerin farkında ama tepkisini kestiremiyorum çünkü söyleyeceğim şeyi bilmiyorlar. Ben artık başladım kekelemeye, ‘şey baba, şeyi diyecektim ama kızmak yok.’ Babam çayını yudumluyor yüzüme bakmıyor, annem derin bir sükûnet içinde... anlaşılan duruma göre saf tutacak, öylesine gergin bir durum ki, sanki kıyamet kopacak. Cesaretimi topladım, gözlerimi kapattım ve ‘ben konservatuar imtihanına gireceğim,’ dedim. Bir sessizlik oldu, babam bana baktı annem hala sessiz, babam dedi ki, 'Nerede ki bu fabrika?' Bu sefer babama bakıp ben sustum birkaç saniye, ‘baba bu fabrika Kassel tarafında, orada iş başı yapacağım’ dedim. Babam, ‘fark etmez çalış, nerde çalışırsan çalış’ dedi, ‘zaten pek adam olacak kafa yok sende,’ dedi. Amam Allah’ım, nasıl kızıyorum babama, bilseniz... neredeyse çığlık atacağım ama korkuyorum da. Biraz sessizlik oldu, ben sustum önüme bakıyorum. Masada çıt yok. Sonra annem 'Oyuncu mu olacaksın yoksa,' dedi, duyduğum şeye inanamadım, annem konservatuarın ne olduğunu biliyordu, 'Sen nereden biliyorsun?' diye sordum, 'O kadar cahil değiliz herhalde' deyip çayından bir yudum aldı. Babam olaya atladı hemen 'Ne demek oyuncu filan' dedi öfkeyle. Annem, duruşunu hiç bozmadan, 'Sadece artist olmak istiyor,' dedi ve babam, o an kıyameti kopardı. 'Başıma Cüneyt Arkın mı olacaksın!' diye bağırmaya başladı, yumruğunu şiddetle masaya vurup… sonunda ben de patladım ve 'Cüneyt'ten bile daha iyi olacağım!' dedim. Ne babam ne ben altta kalıyoruz, bağıran bağırana ki sormayın gitsin. Annem son noktayı koydu. 'Kesin sesinizi ben ne diyorsam o olacak,' dedi. Oturduk hepimiz. Annem söze başladı: 'Tamam, istediğini yap, doğru bulduğun yoldan git. Biz o okulda ne öğreneceksin bilmeyiz ama baban da ben de sana inanıyoruz,' dedi. Fakat babamı durdurmanın imkânı yok hala bağırıyor arkadan, 'Gitsin adam gibi bir yerde çalışsın,' diyor ısrarla. Annem, 'Sakın doğrudan şaşma, işini düzgün yap, arkandan kimseyi konuşturma,' dedi.
Babamın bana başaramazsın dediği ne varsa azmettim, çok çalıştım, çok inandım, çabaladım ve sonunda başaramadım. Babam haklıymış!"
Tabii, işin şakası. Orhan Kılıç çok başarılı olur sahnede, beyaz perdede, televizyonda. Yıllar geçecek oyun ve film yönetecek, senaryo, tekst yazacak, "Ted Bundy" ile bir oyuncunun erişebileceği sayılı doruk noktalarından birinde bulacaktı kendisini.
Haydi gelelim konservatuar sınavına...
İmtihan heyetinden şöyle bir soru yükselir: "Neden oyunculuk? "Hiç düşünmeden yanıtlar: "Bu iş için yaratıldığına inanıyorum!"
Nasıl bir özgüven değil mi? Hayır, cahil cesareti değil bu! Belki bir başkaldırı, olamaz mı?
İlk başvurduğu okulun sınavında Franz Moor'u canlandırır, "Aslan Asker Svayk"in bir şarkısını yorumlar. Ancak "Büyük lokma ye, büyük laf etme," diyenler haklı çıkar. Oyuncu olmak için yaratılmış Orhan Kılıç, ikinci aşamada elenir.
Ve soluğu doğruca Universitaet der Künstezu Berlin'de alır.
Sınavın ilk kademesinde, sahnede dört hayali karakterle konuşan Kebap isimli bir Türk gencini yaşar kılar. Sonrasında Hamlet’ten bir bölüm oynar ve nihai sınav için çağrılır.
Gölgesinin üzerinden atlayan bir adamı mecazi ve fiziksel boyutlarıyla anlatması istenir önce. Ardından "Üç sözcükle kendini tanımla" der sınav heyeti. Bir anda masaya fırlar ve "Orhan ismini unutmayacaksınız" diyerek "Orhannn"ı koro halinde tekrarlatır herkese.
Artık Universitaet der Künstezu Berlin'de bir öğrencidir. Dahası sadece yetenekli değil çalışkan ve başarılı bir öğrencidir. Birkaç özel tiyatrodan iş teklifi alır, birkaç oyunda figüranlık yapar. Ahh, şu kurallar, baskılar... şu dikte edilen mecburiyetlerin gözü kör olsun.
Pencereyi açtı, yağmur serinliğini içine çekti bir an. Dalgın gözlerle sokağı seyrederken hemen karşı köşedeki eczanenin önünde, kendisine bakan adamı ayrımsadı. Bir an göz göze geldiler. Yüzünü tam olarak seçemedi... yoksa? Ted miydi?
Hani şu azılı seri katil, sosyopat, aynı zamanda avukat Ted Bundy?
Ne tuhaf, sekiz yaşında ölmekten korkmayı bırakmıştı Ted. Her türlü korkuyu içinde öldürmüştü çünkü.
Kırk iki yıllık hayatının son elli üç dakikasını bir infaz memuruyla geçirmek istemesinin gerçek nedeni neydi, acaba?
Ölüme nasıl hazırlanıyordu? Ölüme, öldürerek hazırlandığı doğru muydu sahiden?
Yetmiş sekiz cinayet ve tecavüz hadisesi vardı geçmişinde. Tabii bu sayı kesin değildi.
Gülümsedi. Almanya'da Landestheate dönemini hatırladı yeniden. İki yıl boyunca tam on dört oyunda rol almıştı.
"Die Reuber', 'Getto', 'Vişne Bahçesi' ilk aklıma gelenler..."
Sahnede özgürdü Orhan Kılıç. Sahnede nefes alıyordu. Doğru, sahnede vardı. Sahne, varoluş nedeniydi.
"Tam olarak kendimi bulmadığım, eğreti kalacağım bir karakteri yorumlayamam... Her temsil yeni bir oyundur benim için. Gerçek oyuncu, canlandıracağı kimliği rengarenk boyamasını, ona boyut katmasını bilmelidir. Kalıplaşmış, dar, çapaklı geometrilere sığdırılmamalı oyunculuk...
Aktör sahnede var edilen hayatın gerçekliğine izleyiciyi katıksız bir biçimde inandırmak, insanı tüm esnekliğiyle ele alıp oynamak zorundadır. İçindeki ben'i başka, farklı ben'lerle çoğaltıp, beslemektir bu işin özü..."
"Goethe'nin sözüdür: …şu an için pırıldayan, şu an için doğmuştur, gerçek olansa gelecek nesillere miras kalmıştır... yarına kalacak izlerdir, nefeslerdir aslolan."
"Hiç unutmuyorum, bir set arasında Ayşen Gruda beni yanına çağırıp, ‘Bak oğlum, bu piyasada ayakta kalmak, tutunabilmek için isminin başına ya deli ya da baba sözcüklerinden birini ekleyeceksin."
Büyük sözünü dinler Orhan Kılıç, deliliği seçer. Zemherinin şafağında dolaşmayı, zırhsız savaşmayı göze alır. İçindeki protest şarkıya kulak verir. Kalbindeki tüm barikatları yıkıp geçer. Zaten tek sayılı yaşlarından beri kendi çizdiği karasularının, bulutların, hayallerin, fırtınaların dışına çıkmamış biriydi.
Şiddet Mağduru Bir Erkek
Her yaşar kıldığı kimlikte yeni keşifler yapıyor, mutlu oluyor, tat alarak oynuyordu... hem tiyatro hem film setleri arasında geçen yoğun zamanlardı. "Aktör Orhan Kılıç" adı çoktan duyulmaya başlamıştı. Ama nereden bilebilirdi ki...
Evet, doğru: Almanya'da ilk defa bir Türk erkeği, maruz kaldığı kadın şiddeti nedeniyle adli kurumdan korunma talep etmek durumunda kalıyordu.
Sözlü, fiziksel saldırılar, bir dizi duygusal ve fiziksel şantaj, hakaret ve sonu gelmeyen tehditler...
Orhan Kılıç hayati tehlike altındadır ve her şeyi bırakıp İstanbul'a firar etmekte bulur çareyi.
Kararsız, mutsuz, tedirgindir. Ne yapacaktır? Kendini bitkin, yorgun hisseder. Hayat hiç kolay değildir.
Orhan Kılıç'ı bir anda popüler kılan, Aktör Orhan Kılıç'ı zirveye taşıyan televizyon dizi/filmleri, sinema filmleri başlar peş peşe. Artık Aras Dağlı, Miran Ağa, Tayga, Mehmet Kandemir, Gaffar Okkan, Sefa, Ekrem, Pehlivan Halil, Atsız Bey, Hüseyin Avni Alpaslan, Mehmet Akif'tir o. "Kalp Gözü", "Mezar Arasında", "Güz Yangını", "29, 30", "Sağır Oda", "Derdest", "Aşk Bir Hayal", "Taş Mektep", "Kara Kutu", "Azize", "Korkma", "Zehirli Sarmaşık", "En Uzun Gece", "Kum Zambağı" ile başarıdan başarıya koşar. Hayır, hiçbir şey rastlantı değildir.
"Orhan Kılıç tiyatroyu sinema ve televizyon uğruna feda etti, sahneden el çekti," diye düşünürseniz, yanılırsınız. Tiyatro Keyfi'nde Kemal Başar ile kendisini bambaşka bir doruğa eriştiren Ted Bundy’de ve Cyrano De Bergerac’da çalışır. Bir beş sene kadar yine Almanya'ya gider. Döndüğünde Rol Kapanı, Seviyorsan Git Ayrıl Benden, Andomeda, Ted Bundy adlı oyunlarda rol alır. Yönetmenlik, yapımcılık yapar, oyun yazar. Sahi, şiir derlemesi olan Vicdan da tiyatro severlerden olumlu eleştiriler alır.
Sansüre hele otosansüre şiddetle karşı çıkar Orhan Kılıç.
"Özgür sanat, sadece özgür topraklarda var olur. Sanatçı muhaliftir her şeyden önce, sanatçı hayalinin peşinde gidendir. Hiçbir koşulda baskıya, sınırlara boyun eğmez. Sözünü çıkar, sakınmadan söyler. Sadece söylemekle kalmaz, gerektiğinde haykırır. Bir gün, tükenip kuruyacak sığ sular yerine açık denizlerde, uçsuz bucaksız okyanuslarda yüzer... alnındaki ışığı karartmaz. Başını öne eğmez."
En büyük mucizesi mi?
" Aktör olmak... evet, oyuncu olmak. Hepsi bu! "
Buğulu bir pencere camına ne mi yazar?
" Tek bir sözcük: Mutluluk."
Daha ne olsun, öyle değil mi?
(1,2,3) Kortidis K.: "Ted Bundy"
PINAR ÇEKİRGE