Korkunun Yeni Adresi: Apartment 7A - EBRU DOĞUSOY, APARTMENT 7A FİLMİ ÜZERİNE YAZDI

  • 29.Nov.2024

Korkunun Yeni Adresi: Apartment 7A - EBRU DOĞUSOY, APARTMENT 7A FİLMİ ÜZERİNE YAZDI

John Krasinski’nin yapımcılığını üstlendiği, Natalie Erika James’in hem senarist hem yönetmen olarak yer aldığı filmde başrolleri Julia Garner, Jim Sturgess ve Dianne Wiest paylaşıyor.

 

Hikâye, genç bir dansçı olan Terry'nin sahnede geçirdiği talihsiz bir kaza sonrası işini kaybetmesiyle başlıyor. Maddi sıkıntılarla boğuşurken tiyatro seçmelerine katılan Terry, burada da umduğunu bulamaz ve seçilmeyince büyük bir umutsuzluğa kapılır. Ancak Terry, reddedilmenin ardından oyunun yönetmenini ikna etmek için onu takip etmeye karar verir. Yönetmenin girdiği apartmana kadar ilerleyen Terry, burada yaşlı bir çift olan Minnie ve Roman ile tanışır.

İlk başta oldukça sevimli ve yardımsever görünen bu çift, Terry'ye boş bir daireleri olduğunu ve geçici olarak orada kalabileceğini söyler. Zor bir dönemden geçen Terry, bu teklifi tereddüt etmeden kabul eder. Ancak taşınmasıyla birlikte bir dizi tekinsiz ve rahatsız edici olay yaşanmaya başlar.

 

Filmin ilk yarısı, sıradan bir "perili ev" hikâyesi gibi ilerlese de Terry'nin geçmişindeki travmalar ve artan paranoyası, olayları giderek daha ürkütücü bir boyuta taşıyor.

Yönetmen Natalie Erika James dar alanlar, gölgeler ve ses tasarımıyla izleyiciyi içine çeken bir gerilim ortamı oluşturmayı başarmış.

Her detay Terry'nin hem korkularını hem de apartmanın karanlık geçmişini keşfetmeye davet ediyor.

 

Filmin en dikkat çekici yanı, Roman Polanski’nin 1968 yapımı kült filmi Rosemary’nin Bebeği ile bağlantısı. Bu yapım, Rosemary’nin Bebeğindeki olayların bir yıl öncesini konu alıyor ve 1960'ların retro havasını başarıyla yansıtıyor.

Özellikle Polanski’nin ikonik apartmanını ve Minnie ile Roman karakterlerini tekrar görmek nostaljik bir heyecan yaratıyor. Yönetmen, bu tanıdık karakterleri ustaca yeniden yorumlarken, filmin müziklerinde Rosemary’nin Bebeğindeki o meşhur tema melodisine yer veriyor. O tanıdık melodiyi duymak bile izleyicinin tüylerini diken diken etmeye yetiyor.

 

Ancak Rosemary’nin Bebeği gibi kült bir filmin yanına ismini yazdırmaya çalışmak cesur ve oldukça zorlu bir iş. Filmin konusunu ve nelerin gizli olduğunu bilmek, izleyici için gerilim unsurunu bir nebze azaltabiliyor. Ayrıca başroldeki Julia Garner, performansı ile dikkat çekse de Mia Farrow’un Rosemary’nin Bebeğindeki ikonik oyunculuğunun yanına yaklaşamıyor.

 

Tüm bunlara rağmen, film atmosfer yaratımı ve görsel unsurlarıyla kendi kimliğini bulmayı başarıp retro dokunuşlarla nostalji hissi yaratıyor.

Özellikle minimalist dekor, karanlık renk tonlarının hâkim olduğu apartman dairesi, çarpıcı sinematografi ve ses tasarımı, hikâyeyi destekleyen güçlü unsurlar arasında.

 

Sonuç olarak, film her ne kadar kült bir eserin gölgesinde kalsa da kendi başına ayakta durmayı başaran bir yapım olmuş.

 

EBRU DOĞUSOY