"Kırk Saniyelik Çağda Okumak" CAFER ŞEN – FİLİZ MORKOÇ

  • 05.Nov.2025

"Kırk Saniyelik Çağda Okumak" CAFER ŞEN – FİLİZ MORKOÇ

Kırk Saniyelik Çağda Okumak

 

Artık kimsenin zamanı yok. Kimse uzun cümleleri sevmiyor, kimse beklemiyor, kimse derinleşemiyor. Kırk saniyede tüketiyoruz her şeyi: bir video, bir fikir, bir insan, bir duygu…

Ve sonra “sıradaki”ne geçiyoruz.

 

Eskiden birini beklemek diye bir şey vardı. Otobüsü, mektubu, sevgiliyi… Şimdilerde her şey daha hızlı. Hız kazandıkça da yönümüzü kaybediyoruz galiba...

 

Sabah kalkar kalkmaz elimiz telefona gidiyor. Daha gözümüzü açmadan dünyanın yükü parmak uçlarımızda. Haber, reklam, video, “trend”. Sonsuz bir akış içinde debeleniyoruz, bir dur düğmesi de yok.

 

Artık hiçbir şeyin zamanı yok; ama her şeyin anı var. “An’ı yaşa” dediler, biz zamanı öldürdük. Bir cümleyi bile sonuna kadar okumaya tahammülümüz kalmadı. Okumak sabır ister; biz ise sabrı ‘gereksiz bekleme süresi’ sanıyoruz.

 

Oysa hızın insanı, yavaşlığın kıymetini unutan insandır. Ve unutan, hep biraz eksiktir.

 

Kim bilir, belki de ilerlemek sandığımız şey, sadece savrulmaktır. Hızla koşarken hiçbir yere varmamak… O yüzden belki de tek devrim artık yavaşlamak.

Bir sayfayı çevirmeden önce nefes almak. Bir cümlede kalabilmek.

 

Kitap okuyan insan, bu çağda bir direnişçidir. Nazım’ın dediği gibi bir direniş ise yaşamak, yaşarken yavaşlamak, hızlı hızlı koşuşturmak yerine sakinleşmek, anda kalabilmek, paylaşmak da bir seçim, küçük bir isyan belki dayatılana... “Doğrusu budur” dediklerine inat, o doğru da neyse artık?

 

Ve biz, sessiz ama kararlı bir azınlığız: Okumaya, anlamaya, paylaşmaya ve hissetmeye hâlâ inananlarız.

 

Herkes konuşuyor. Ama kimse dinlemiyor. Bir sessizlik aradığında bile, telefonun ekranında başka birinin sesi karşına çıkıyor. Bir çağ düşün; herkes birbirine bağlanmış ama kimse kimseye temas etmiyor.

 

Okumak hâlâ en insanca eylem, çünkü ekran değil, içimiz yanıt veriyor.

 

Neyse ki kitaplar hâlâ aynı tempoda duruyor. Sayfalar aynı sabırla çevrilmeyi bekliyor. Ve o kadar çok kitap var ki okuyacak, henüz okunmamış, henüz üzerine düşünülmemiş, henüz kimseyle konuşulmamış. İnsan bir kitapçıya girip de elini hangi kitap atacağını şaşırıyor ya bazen, “vay be” diyoruz “okyanusta bir kum tanesi kadarız ve ne kadar da az okuduk şu ahir ömrümüzde...”

 

Kaydıra kaydıra geçilen o kırk saniyelerden sonra kitap okuyabilmek bir sabır işi gibi geliyor.  Sadece okumak da değil hatta biten kitabın arkasından hani derler ya boş duvara dakikalarca bakakalmak, bazen gözyaşını silmek, bazen sanki kahraman en yakın dostunmuş gibi yaptığı bir şeye “işte bu bee! Yürü be kızım/oğlum kim tutar seni?” deyip desteklemek, gurur duymak, yaptığını yüreğimize kazımak bazen...

 

Okunacak kitabı seçmekten, satın almaya, okumaktan, yorumlamaya, konuşmaya kadar tüm yaptıklarımız aslında şu koskoca dünyadaki minnacık bir azınlık olarak kolektif bakış açısı oluşturmaya ve ona ait olmaya yol açıyor.

 

Sosyal medya bir vitrin oldu. Herkes orada kendi versiyonunu sergiliyor; filtresini, mutluluğunu, öfkesini... Gerçeği değil, parıltısını gösteriyoruz. Bir fotoğrafın altındaki kelimeler bile artık “algoritmaya uygun” olmalı. Yani biz, insan gibi değil; içerik gibi davranıyoruz.

 

En kötüsü de şu: O gürültüye o kadar alıştık ki, sessizlik artık bize garip geliyor. Bir kitabın ilk sayfasını açtığında duyduğun sessizlik bile bazen rahatsız ediyor insanı. Çünkü orada like yok, bildirim yok, yankı yok. Sadece sen varsın.

 

Ama işte o “sadece sen” hâli, unuttuğumuz en değerli şey. Okurken, kendi sesini yeniden duymak... Bir karakterin cümlesinde kendini bulmak... O, hiçbir sosyal ağın veremeyeceği bir temas biçimi.

 

Bu çağda kitap okumak, biraz da “sessizliği yeniden öğrenmek” demek. Biz bunu unutmamak için buradayız. “Kitap ve Ötesi” bu yüzden var. Çünkü hızın ortasında yavaşlamayı seçmek, artık küçük bir isyan.

 

Beş yıldır her ay, başka bir kitabın peşine düşüyoruz. Bazen tartışıyoruz, bazen sessizce dinliyoruz. Ama ne olursa olsun, aynı masada buluşuyoruz. O masanın çevresinde aynı kitabı okumuş, aynı günü yaşayan insanlardan öyle yorumlar geliyor ki bazen “Yok artık! Ben bunu nasıl göremedim?” deyip şaşırıyoruz, bazen “Hayır, yazar orada şunu demek istemiş olmalı” deyip ayrışıyoruz. Bazen de inanılmaz bir özgüven patlamasıyla “Ben olsam şunu şöyle yazardım, bunu böyle detaylandırırdım” diyoruz, sanki yazmak da çok kolaymış gibi...

 

Sonra o masada kitapla ilgili konuşulacak şeyler bitince inanılmaz bir şey doğuyor... İnanılmaz dostlukların çatısını atmış oluyoruz. İşte “Ötesi” dediğimiz şey orada başlıyor. Sabredip buraya kadar geldiyseniz bir sonraki adım artık bunların ötesine geçmek işte... Paylaşmak, konuşmak, tartışmak, şaşırmak, yermek, yüceltmek...

 

İstanbul’da başlayan bu yolculuk, artık bir topluluğa dönüştü. Her bir üye, hikâyenin bir parçası. Biz sadece kitap okumuyoruz; birbirimizi, hayatı, zamanı da okuyoruz.

 

Bu yazıyı okuyan herkese tek bir şey söylemek isteriz; dünyayı kırk saniyede anlamaya çalışanlara inat, okuduğunuz o bir sayfada biraz daha fazla kalın. O kırk saniyelik çağ biter belki ama unutmayın ki okumanın birleştirdiği insanları hiçbir algoritma ayıramıyor.

 

CAFER ŞEN – FİLİZ MORKOÇ