GÜZELLİK UĞRUNA NELERİ FEDA EDEBİLİRSİN? - EBRU DOĞUSOY, DEMİ MOORE'UN SON FİLMİ THE SUBSTANCE HAKKINDA YAZDI

  • 03.Nov.2024

GÜZELLİK UĞRUNA NELERİ FEDA EDEBİLİRSİN? - EBRU DOĞUSOY, DEMİ MOORE'UN SON FİLMİ THE SUBSTANCE HAKKINDA YAZDI

Fransız yönetmen Coralie Fargeat’ın bu yıl Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülünü kazanan filmi The Substance, bana göre yılın en iyi yapımı. Demi Moore, Dennis Quaid ve Margaret Qualley gibi yıldız isimleri buluşturan film, özellikle Demi Moore’un olağanüstü performansıyla zirveye çıkıyor.

 

Konuya gelecek olursak:

 

Elisabeth Sparkle, bir zamanlar parlayan ama artık sönmekte olan bir yıldızdır. Yaşlanmanın ve kariyerinde karşılaştığı cinsiyetçi engellerin etkisiyle rollerden dışlanmaya başlar ve adeta gözden düşer. Bir yapımcı tarafından haksız bir şekilde işten çıkarılmasının ardından derin bir umutsuzluğa kapılır. Çaresizlik içinde gençliğini geri kazanmak için sıra dışı ve tehlikeli bir çözümün peşine düşer.

 

Demi Moore’un canlandırdığı Elisabeth, medyanın dayattığı güzellik standartları ve yaşlanma korkusuyla boğuşmaktadır. Mesleğinde ayakta kalabilmek için genç ve güzel görünmek zorunda olduğuna inanan Elisabeth, bu baskının altında giderek tükenir. Bu durum bana, günümüzdeki güzellik standartlarının insanları nasıl etkilediğini, yaşlanma korkusunun yarattığı psikolojik baskıyı ve sosyal medyadaki filtre kullanımının kendimize yabancılaşmamıza yol açtığını hatırlatıyor.

 

Elisabeth’in yaşadığı yalnızlık ve kimlik kaybı süreci aslında modern toplumda birçok insanın karşılaştığı sorunları yansıtıyor.

 

Margaret Qualley’nin canlandırdığı Sue, genç ve güzel bir oyuncu olarak Elisabeth’in yerini doldurur. Güzelliğinin ve gençliğinin sunduğu kazanımlarla hızla yükselen Sue, başlarda mutluyken kariyerinde yaşadığı bu hızlı yükselişin getirdiği baskı ve mükemmel görünüme olan saplantısı, Elisabeth’i rakip olarak görmesine sebep olur.

 

Her ne kadar Elisabeth ve Sue iki ayrı karakter gibi görünse de aslında tek bir bedende var olan iki farklı kimliği temsil ederler. Ancak birbirlerini reddederler; bu, yaşadıkları içsel çatışmalar, kendini sevmeme ve kabullenememe gibi psikolojik sorunların bir sonucudur. Film, bu iki karakterin zıtlıkları üzerinden güzellik algısını sorgulatarak, gerçek mutluluğun başkalarının beklentilerinden çok, kendini kabul etmekte yattığını vurguluyor.

 

Dennis Quaid’in canlandırdığı Harvey ise medyanın acımasız yüzünü temsil ediyor. Kadınları belirli kalıplara göre değerlendirip onların yeteneklerini ve deneyimlerini göz ardı eder. Ona göre elli yaşına gelmiş bir kadının mesleği bırakıp evinde oturması ve yemek yapması gerekir. Harvey, Elisabeth ve Sue’nun yaşadığı duygusal karmaşaların en büyük temsilcisi olarak, toplumsal cinsiyetçi bakış açısının bir yansımasıdır.

 

Sinematografik açıdan film, Stanley Kubrick’in The Shining’inde kullandığı simetrik kompozisyonlar, keskin renk paletleri ve gerilimi artıran müzikleriyle dikkat çekiyor. Yönetmenin bu bağlamda Kubrick’e bir saygı duruşu niteliğinde sahneler sunmasını çok sevdim. Özellikle sahne geçişleri ve karakterlerin yüz ifadelerine odaklanarak onların korkularını ve giderek artan endişelerini yansıtması, filmi başka bir seviyeye taşımış.

 

Body Horror türünde yer alan film, beden ve zihin arasındaki sınırları zorlayarak karakterlerin yaşadığı korkunç dönüşüm ve değişim sürecine izleyiciyi de dahil ediyor. Hayal gücümüzü zorlayan muhteşem sahneleriyle akılda kalıcı bir deneyim sunuyor.

 

Finalde ise güzellik, kimlik, kontrol ve güç gibi kavramları sorgulayan film şu soruyu akıllara getiriyor: İnsan, toplumun dayattığı standartlara uyum sağlamak için bedenini ve ruhunu ne kadar feda edebilir?

 

EBRU DOĞUSOY