Gene Hackman: Bir Dönemin Sonu – Sinema Efsanesine Veda - Ebru Doğusoy Yazdı
Gene Hackman… tartışmasız şekilde sinema dünyasının en güçlü oyuncularından biriydi. Onu izlerken sadece oyunculuğunu izlemiyorduk, sinema aracılığıyla bizlerin hayatına dahil oluyordu. Ne kadar zamansız bir oyuncu olduğunu şimdi onu kaybettikten sonra bir kez daha anlıyoruz.
Kariyeri hiç de kolay başlamamıştı. Genç yaşta orduya katıldı, sonrasında oyunculuk hayaliyle New York’a taşındı. Pasadena Playhouse’da okuduğu dönemde sınıf arkadaşları onu yetersiz bulup alay ederdi ancak o pes etmedi. 30’larını geçmişti, hâlâ figüran rollerdeydi ama o hiç pes etmedi. Ve en sonunda 1967’de Bonnie and Clyde ile dikkatleri üzerine çekti. Yardımcı oyuncu dalında Oscar’a aday gösterildi, ilk büyük sıçraması da bu filmle oldu.
70’ler Hackman’ın altın çağıydı. The French Connection (1971) ile Oscar kazandı. Orada oynadığı Dedektif Popeye Doyle karakteri, sadece o dönem için değil, sinema tarihinin de en unutulmaz polis karakterlerinden biri haline geldi. Aynı yıl The Poseidon Adventure, sonra The Conversation (1974) geldi. Francis Ford Coppola’nın yönettiği bu filmde Hackman’ın içine kapanık, paranoyak bir ses mühendisini nasıl yaşadığını gösterdiği performansı mükemmeldi.
80’lerde kariyerine farklı bir yön verdi. Under Fire, Hoosiers, No Way Out, Mississippi Burning gibi filmlerle dramatik ağırlığını korudu ve her filmde bambaşka bir adam oldu. Hoosiers’ta başarısızlıklarla boğuşan bir basketbol koçunu, Mississippi Burning’de ise ırkçılıkla mücadele eden sert ama vicdanlı bir FBI ajanını oynadı. Her karakterinde bir yorgunluk, bir hayat yükü vardı ve bunu seyirciye çok iyi hissettiriyordu.
90’lar ve 2000’ler de boş geçmedi. Unforgiven (1992) ile Clint Eastwood’un başrolünde ve yönetmenliğinde bir Western’e hayat verdi. Film Oscar kazandı, Hackman ise En İyi Yardımcı Oyuncu dalında ikinci Oscar’ını aldı. Aynı dönemde The Firm, Crimson Tide, Get Shorty, Enemy of the State, The Birdcage gibi hem gişelerde hem de eleştirilerde başarı yakalayan yapımlarda yer aldı.
Ve tabii The Royal Tenenbaums (2001)… Wes Anderson’ın absürt, duygusal dünyasında Royal karakteriyle bambaşka bir Gene Hackman gördük. Komediyle dramı harmanladığı bu performans da kariyerinin unutulmazları arasına girdi. Bu filmden sonra 1-2 projede daha yer aldı ancak 2004’te oyunculuğu bıraktığını açıkladı. Geriye dönüp baktığımızda, 40 yılı aşkın kariyerinde 80’den fazla film, 2 Oscar, 4 Altın Küre ve sayısız adaylık görüyoruz. Bu rakamlar bir yana, onun sinemaya etkisi çok daha derindi.
Emeklilik döneminde yazarlık yaptı, romanlar yayımladı, sakin bir hayat sürdü. Röportaj vermedi, kameralardan uzak durdu ama sinemaseverlerin kalbinde hep özel bir yeri oldu.
30 Nisan 2025’te, 94 yaşında, New Mexico’daki evinde hayata veda etti... Ölüm haberi oldukça trajikti. İleri derecede Alzheimer hastası olan Hackman’ın eşi Betsy Arakawa 65 yaşında çok nadir görülen Pulmoner sendromundan dolayı hayatını kaybetmişti ancak Hackman hastalığından dolayı eşinin öldüğünü unutarak günlerce evde cansız bedeniyle kalmaya devam etmiş, sonrasında ise kendisi de yemek yemeği dahi unuttuğundan hayatını kaybetmişti. Bu trajedi bütün dünyayı derinden sarstı. Haberi alan herkesin içinde aynı duygular vardı: büyük bir oyuncuyu değil, sinemanın temel taşlarından birini kaybettik.
Gene Hackman, karakterden karaktere geçişiyle, sade ama sarsıcı oyunculuğuyla ve asla aşırı olmayan duruşuyla sinema tarihine adını altın harflerle yazdırdı. Artık aramızda değil ama filmleri hâlâ yaşıyor. Çünkü bazı oyuncular sadece rollerini değil, izleyicinin ruhunu da yansıtır. Gene Hackman da onlardandı. Saygı ve sevgi ile anıyoruz.
EBRU DOĞUSOY