"EN BÜYÜK KORKULAR EN UZUN YOLDA SAKLANIR." EBRU DOĞUSOY, NİCOLAS CAGE'İN YENİ FİLMİ LONGLEGS (CAMBAZ) ÜZERİNE YAZDI
Ülkemizde 6 Eylül tarihinde vizyona girmiş olan ‘Longlegs’ (Cambaz) filmi, duyurulduğu zamandan beri gelmesini dört gözle beklediğim bir filmdi, dolayısıyla çıktığı gibi biletimi aldım ve filmi izledim. Salondan çıktıktan sonra ise kendimi oldukça karmaşık duygular içerisinde buldum. Film beklediğim gibi miydi? Hayır. Kötü müydü? Yine hayır. Sebebi ise, yapım çıkana kadar yapılan reklamların ve oluşturulan hype’ın sanki filmin klasik bir seri katil filmiymiş gibi gösterilmesiydi.
Kısaca konusuna gelecek olursak; çözülemeyen bir seri katil vakasına, genç FBI ajanı Lee Harker’ın atanmasını ve beraberinde gelişen olayları anlatıyor. Böyle bakıldığında biliyorum ki oldukça alıştığımız bir hikâye kurgusu ancak söylemeliyim ki kurgunun işleniş biçimi ve karakterleri ile o alıştığımız çerçevenin dışına çıkabiliyoruz. Oregon şehrinin yağmuru, sisi ve karanlığı bizleri o coğrafyaya çekiyor ve ‘Evet, burada bunların hepsi mümkün ve yaşanmıştır.’ diyebiliyoruz.
Nicolas Cage’in canlandırdığı ‘Longlegs’ karakteri oldukça rahatsız ediciydi ve bu hissiyatı izleyicilerine çok iyi bir seviyede aktarabiliyordu ki yönetmen Oz Perkins, tüm film boyunca özellikle sesleri kullanarak izleyicisinin tüylerini ürpertmek konusunda fazlasıyla başarılıydı. ‘Longlegs’ karakterinin bu derece rahatsız edici olmasındaki en büyük etken bence Nicolas Cage’in kendi hayatında ve oyunculuk performanslarında öngörülemez biri olması. Öngörülmesi zor ve tüyler ürperten bir karakteri Nicolas Cage’in oynuyor olduğunu bilmek dahi o karakterin etkisini benim gözümde artırmaya yetti ki performansı kesinlikle çok iyiydi, hatta film ile alakalı en iyi şeydi. Bir diğer etken ise Longlegs’in sahip olduğu özveriydi, izlerken onun takıntısını ve sözünden asla dönmeyecek biri olduğunu hissetmek tüylerimi ürpertti. Karakterin klasik ‘seri katil’ şablonunun dışında olup daha ruhani bir boyutta şekillendirilmiş olması ayrı bir derinlik katmış.
Tüm bunların yanında ajanımız Lee Harker’ı canlandıran Maika Monroe da işinde bir o kadar başarılıydı diyebilirim. Karakterinin özellikle her adımında içine yerleşen farkındalık duygusunu izleyiciye aktarış biçimi adeta onun gözlerinden bir şeyleri görmemizi sağlayacak şekildeydi. Lee’nin annesi Ruth ise filmdeki kilit karakterlerden biriydi. En sevdiğinizin hayatı söz konusu olunca ne kadar ileri gidilebileceğini gösteren, fedakârlık adı altında başkalarının hayatını hiçe sayan ancak bunun adını koruma içgüdüsü koymuş olan çaresiz bir kadın ve açıkçası Alicia Witt böyle bir karakteri canlandırma konusunda çok başarılı olmuş.
Korku, kişiden kişiye değişkenlik gösterebilir ancak benim için korkudan çok gerilim ve rahatsızlık hissetme duygusunu sağlayan bir filmdi.
Son olarak şunu söyleyebilirim ki çoğu kişinin aksine filmin sonunun genelinden daha ruhani bir hal alması benim hoşuma gitti. Bir bütün olarak bakıldığında daha anlamı bir duruma gelmesini sağlayan kayıp bir parça gibiydi. Ayrıca, yönetmenin Psycho filminin yıldızı olan Anthony Perkins’ın oğlu olmasının ve dolasıyla bu türün içinde doğmasının da bence bu filme etkisi yansımış.
EBRU DOĞUSOY